Oral Çalışlar ile söyleşi
Perşembe, Mayıs 31, 2012
Siyasal alanda Kürt sorunu en gergin süreçlerden birini daha yaşıyor. Çözüm ile çözümsüzlük arasında gidip gelen bir kırılma noktası misali. Bir yandan müzakere tartışmaları, diğer yandan BDP’li vekillerin dokunulmazlıklarının kaldırılması için savcıların Meclis’e gönderdikleri fezleke. Ardından Kürtlerin sistemle yollarını ayırıp ayırmama sorusu. Kürtaj tartışmaları arasında “kalleşçe” üstü örtülmeye çalışan Roboski katliamı. Diğer yandan CHP’nin Kürt sorununun çözümüne ilişkin Meclis Komisyonu kuralım önerisi. Yukarıda detaylarını sıraladığım konu başlıklarını gazeteci yazar Oral Çalışlar’a soramadım. Söyleşiyi gerçekleştirdiğim zaman farklı bir gündem vardı ama değişmeyen Kürt ve Kürdistan sorunu aynı çıplaklığıyla ayrıntılar hariç aynen duruyordu.
****
Sayın Çalışlar, Kürt sorununa ilişkin Erdoğan’ın önünde iki yolun olduğunu yazmıştınız. Birinci yol; PKK’yı dağdan indirmek ve Kürt sorununu şiddetten arındırmaya yönelik bir dizi cesur adımlar atmak. İkinci yol; geleneksel devlet politikasını yani sorunu “terörle mücadele” üzerinden tanımlayarak ve bazı iyileştirmeler yaparak radikal değişimci yollardan kaçınmak. Erdoğan’ın hangi yolu seçtiği sizce netleşmedi mi?
Hala netleşmedi. Çünkü atılan adımlar yavaş. Hükümet Kürt kimliği, Kürtçe konusunda yavaş adımlar atıyor. Erdoğan’ın kesin kararlar verebilmesi için karşı tarafın da tutum değişikliğine gitmesi gerekiyor. Sorunun iki boyutu var. Birincisi şiddet ve silah. İkincisi ise Kürtlerin evrensel ve toplumsal demokratik hakları.
Bu açıdan baktığımız zaman sorunun şiddetten arındırılmasında karşı tarafın ne yapacağı çok önemli. Kürt sorununun çözümünde birinci adım devletin ve PKK’nin şiddetten vazgeçmeleridir. Bu noktada taraflar henüz bir çözüme ulaşabilmiş değiller.
Zaman zaman Başbakanla yapmış olduğum kişisel temaslarımdan biliyorum ki, Başbakan samimi olarak Kürt sorununun çözümüne niyetlendi. Çözebileceğine de inandı. Fakat PKK’dan gelen karşılıklar onu hayal kırıklığına uğrattı. Erdoğan, PKK ile oturup anlaşabileceğini düşünürken, PKK’nın çok başlı, ne zaman ne yapacağı belli olmayan yapısını anladığı zaman büyük bir şaşkınlık yaşadı. Sanırım geçtiğimiz Temmuz ayıydı, Abdullah Öcalan “protokol tamam, anlaştık” dediğinin ertesi günü Silvan’da 13 asker vurularak ve yanarak öldürüldü. PKK, bununla da kalmadı yirmi, otuz civarında karakola karşı saldırıya girişti çok sayıda asker öldürdü. Başbakan “çözdüm” dediği anda bu olaylarla karşılaştığı an şaşkına döndü.
Peki, sürecin ve olayların tek sorumlusu PKK mı?
Tabi değil. Hükümet demokratikleşme yönünde bazı adımlar atıyor, bu konuda hakkını da inkar etmemek gerekiyor. Örneğin TRT Şeş, Dicle Üniversitesi’nde Kürtçenin seçmeli ders olması, Mardin Artuklu Üniversitesi’nde utangaç bir şekilde başlayan Kürt diline yönelik çalışmaları bu tür adımlar arasında sayabiliriz. Tabi Kürtlerin demokratik hakları açısından bu adımlar yeterli değil, ufak adımlardır. Ufak ufak da olsa bu adımlar atılıyor.
Genel seçimlerle başlayıp AKP içindeki Kürt sorununa duyarlı milletvekillerinin tasfiyesi, hükümet kabinesinin şahinlerle dizaynı ve Roboski katliamı ile devam eden gözle görülür bir sertleşme var. Bunu nasıl yorumlamak gerekir?
Bütün bu söyledikleriniz hükümetin Kürt sorunu karşısında kararsızlıklarını gösteriyor. Meseleye ilkeli baktığımız zaman söylenecek, eleştirilecek çok şeyler var. Öte yandan gelip geçmiş başka hükümetlerle karşılaştırdığımız zaman en makul adımları atanlar da bunlar oldu. Görünen o ki, doğru dürüst bir muhalefet olmadığı için Türkiye’yi önümüzdeki yıllar da bunlar yönetecekler. Erdoğan Cumhurbaşkanlığı’na AK Parti ise iktidarda kalamaya devam edecek görünüyor. Türkiye bir dönem daha Tayyip Erdoğan ve ekibiyle yönetilecek.
PKK ise en büyük düşman olarak AK Parti’yi görmekte. AK Parti’yi en büyük düşman olarak gördükleri için Ergenekoncular, ulusalcılar kendilerine müttefik olabilecek güç olarak geliyor. Bu şaş bir bakış açısıdır. Böyle baktığınız zaman sert ve ters bir yerde kendinizi bulursunuz.
Kemalistlerin Kürt gerçekliğini Türk milliyetçiliğiyle örtmeye çalışmasına karşın, AK Parti “bizim ortak harcımız İslam” diyerek İslam’a bulanmış Kemalizm’i Kürdistan’da uygulamaya çalışmıyor mu?
AK Parti bunu da yapamaya çalışıyor ama beceremiyor. Daha önceki iktidarlar, 12 Eylül yönetimi de bu tür yollara çok başvurdu ama bu yolların çok da çıkar bir yol olmadığını biliyorlar. Örneğin bölgede İslami bir Kürt hareketi çıksa PKK’yı bölse ve bir üstünlük yaratsa gibi hesaplar yapıyorlar. Ama çözümün buralardan geçmediğini biliyorlar. Ortada silahlı bir güç var, bu gücü nasıl silahsızlandırıp dağdan indireceksin? Bu konuda hükümetin bir şey yapması gerekiyor.
Kürt İslamcıların kendi partilerini kurmalarını bu bağlamda nasıl değerlendirmek gerekir?
Uzun zamandan beri böyle bir eğilimin olduğunu biliyoruz. Geçmişte jandarmanın desteğiyle PKK’ye karşı Hizbullah seçeneği çıkarılmıştı şimdi ise Müslüman Kürtler. Tabi Müslüman Kürtler fikriyatı demokratik bir şekilde de çıkabilir, seçimlere de katılabilirler, AK Parti’den de kopabilirler. Kürt İslami hareketinin kendi başına çıkışı için bölgede buna uygun bir zemin var. Kürtlerin önemli bir kısmı da dindar. Ne kadar güçlü olabilirler bunu bilemiyorum.
Dikkat ederseniz AK Parti içindeki Kürtler parti içinde biraz eğreti olarak duruyorlar. Geçen dönem İhsan Aslan, Abdurrahman Kurt, Dengir Mir Fırat gibi prestijli isimleri tasfiye ettiler, yeni Kürtler koydular listelerine. Ama yeni Kürtler de uymuyor AK Parti’ye . Çünkü Kürt hareketi artık çok ciddi bir kimlik hareketi. Toplumsal duyarlılığı bu noktada çok etkin hale geldi. Örneğin Galip Ensarioğlu İstanbul’da konuştuğu zaman neredeyse “bölücü” bir dille konuşuyor gibi algılanıyor. Çünkü meseleye Kürt kimliği açısından baktığı için AK Parti içindeki Kürt vekillerin çok da yerlerinde oturur bir halleri yok.
Müzakere tartışmalarına gelirsek, Kürt hareketi müzakereyi en çok isteyen taraf olarak görünmesine rağmen, müzakere sürecini canlı tutup derinleştirecek siyasi beceriyi gösterebiliyor mu?
Siyasi beceri mi göstermek istiyor yoksa gerçekten müzakere mi yapmak istiyor? Müzakere konusunda elimizde tek bir belge var o da Oslo görüşmeleri. O meşhur tutanağı okuduğunuz zaman, hükümetin daha istekli olduğunu, daha çok öneri getirdiğini, PKK’nın ise buna neredeyse hiç karşılık vermediğini görüyorsunuz. Hükümet devamlı “şunu da yapalım”, “bunu da yapalım” diyor PKK ise hiçbir karşılık vermiyor. Burada hazırlıklı olmayan taraf PKK tarafı olarak geliyor bana. PKK henüz ne yapacağına karar vermiş değil.
Benim hissettiğim şu; Öcalan daha doğrusu PKK, demokratik özerklikle birlikte benim “egemen“ olduğum bölgeyi bana ver anlamına gelecek bir çıkış yaptı. Yani burayı ben yöneteyim, buranın yönetimini bana devir et. Bu konuda hangi koşullar gerekiyorsa o koşulları hazırla dedi hükümete. Algı ve istek bu. Hükümet, PKK’nın yöneteceği özerk bir Kürdistan talebini kaldıramaz. Türkiye kamuoyu da kaldıramaz hatta bazı Kürt kesimleri de kaldıramaz.
Eğer hükümet izin verse PKK tek başına bölgeyi yönetme gücüne sahip. PKK’nın nihai olarak gelip dayandığı nokta bu. Türkiye’yi yöneten irade şuna karar vermek zorunda, özerk veya yerel bakımdan güçlendirilmiş bir Kürdistan’da hangi düzeyde bir ilişki kuracağım ve özerk yapıyı kim yönetecek? PKK’nin demokratik özerklikle programı “burayı ben yönetirim”dir. Bence işin gelip dayandığı kilit nokta da burasıdır.
Türk ve Kürt toplumları arasındaki ruhsal kırılmanın derinleştiğinden bahsedilmekte. Örneğin bundan on, on beş yıl önce Aydın’a göç eden Cizreli bir aile bugün Hewler’e, Duhok’a göç etmeyi düşünüyorsa bunu nasıl yorumlamak gerekir?
Böyle bir şey yapacaklarını zannetmiyorum. Göç eden insanlar büyük şehirlere geldiler. Büyük şehirler daha demokratik mekanlardır. İstanbul’a geldiğiniz zaman toplum içinde Kürt kimliğinizle kaybolup gidiyorsunuz. Duhok’da ne yapacak? Duhok’a gitmek kimlik problemini çözebilir. Örneğin Türkler, Kürtler niye Almanya'ya göç ediyorlar? Veya gitmek için çırpınıyorlar. Bu açıdan Türkiye’nin batısı doğusuna göre yaşam koşulları ve demokratik ferahlık açısından daha elverişli ve gelişkin. Onun için ben öyle bir şey olduğunu tahmin etmiyorum.
Tabi milli bir ayaklanma var. Milli ayaklanmayı egemen bir milletin kabullenmesi, içine sindirmesi ve milli ayaklanma bunların hakkıdır diyerek bir tutum göstermesi çok kolay bir şey değil. Bu beklenti çok yüksek bir beklenti. Otuz yıllık savaşa rağmen Türk-Kürt düşmanlığı olmadı, yer yer milliyetçi hezeyanlar oldu ama ciddi anlamda zemin bulmadı. Zaman zaman bazı kasabalarda çatışmalar da oldu oluyor. Ama Balkanlar örneğine baktığımız zaman karşılaştırılmayacak ölçüde azdır. Bugüne kadar otuz bin insanın ölmesine rağmen toplumlar arası ciddi bir düşmanlık oluşmadı.
Dünyanın birçok yerinde milli mesele nedeniyle oluşan gerginlikler halkların bir arada yaşamasının sona ermesiyle sonuçlandı. Bu savaşın otuz yılı geçmesine rağmen Türkler ve Kürtler İstanbul’da, Ankara’da, Adana’da İzmir gibi büyük şehirlerde gayet makbul bir şekilde birlikte yaşamaya devam ediyorlar. Sorunun ciddi bir kopuş noktasına geldiği kanaatinde değilim. Ayrıca geçmişe göre Türk toplumu Kürtlerin demokratik hakları konusunda daha iyi bir noktada. Eskiden Türk toplumu Kürtler yoktu noktasındaydı bugün Kürtler var, hakları, hukukları var noktasına geldi.
Bunda Kürtlerin talep çıtasını yükseltilmesi etkili olmadı mı?
Evet, Kürtlerin talep çıtasının yükselmesi etkili oldu. Artık Kürtlerin Kürtlüklerini kabul ettirme noktası tartışılmıyor. Kürtler ana dilimde eğitim, kendi kendimi yönetmek istiyorum diye televizyonlarda, miting meydanlarında açık açık konuşuyorlar. Türkler de bunları izleyip dinliyorlar. Eskisi kadar da büyük tepkiler de göstermiyorlar. Tarihte milli meselleler egemen uluslara çok kolay kabul ettirilmiş toplumsal olaylar değil. Türk toplumu açısından geçmişe göre Kürtleri ciddi bir tanıma ve kabullenmeyi görmek gerekiyor.
Kürtlerin özerklik, federasyon, bağımsızlık talep ve tercihlerini Türkiye’nin demokratikleşmesine katkı sunan söylemler olarak mı yoksa demokratikleşme sürecini engelleyen aşırı talep ve çıkışlar olarak mı algılamak gerekir?
Bu taleplerin neye katkı sunduğu tartışma götürebilir. Kürtler geçmişten farklı olarak açık bir şekilde kendi kimliklerinden kaynaklanan demokratik taleplerini dile getiriyorlar. Bu açıdan ciddi bir mesafe alındı. Tabi ki Türkiye’nin demokratikleşmeyle ilgili hala her alanda çok sorunu var. Bu açıdan sorun sadece Kürt meselesiyle sınırlı değil. Kürt meselesi en kritik ve tayin edici alanlarından birisi. Örneğin Kemal Burkay televizyonlara çıkıyor federasyonu savunuyor kimse de bir şey demiyor. Dava açan da yok, yolda giderken “sen niye federasyon istiyorsun” diye üstüne saldıran da yok. Geçmişe göre bu konular tartışılabilir, konuşula bilinir konular olarak Türkiye’nin gündemine oturdu. Tabi iş Kürtlerin temel hak ve hukukunu kabul etmeye geldiğinde neler olacak onu bilemiyoruz.
Kemal Burkay hakkında dava açılmıyor ama cezaevlerinde yatan binlerce Kürt sivil siyasetçi var. Kemal Burkay’ın da başında olduğu bir parti üç milyona yakın oy alsaydı aynısı ona ve partisine de yapılmaz mıydı?
Bunun üç milyon oyla bir alakası olduğunu düşünmüyorum. Türkiye’nin Kürt meselesindeki en önemli problemi silah ve silahlı ayaklanma. Ayrıca bunun yarattığı psikolojik ortam. Hem Kemal Burkay hem İbrahim Güçlü hem de Kürt siyasi hareketinin birçok ismi başından itibaren şiddete karşı çıkıyorlar. Şiddete karşı çıkmaları siyasi mücadelenin karakterini etkiliyor. Hükümet ise şu an şiddet yapan ve silahlı ayaklanma yöneten bir siyasal hareket varken karşısında şiddeti savunmayan ve şiddete karşı çıkan kim olursa olsun onların hepsini daha makul olarak kabul ediyor. Meseleye bu açıdan bakmak lazım yoksa onların üç milyon oyunun olmasıyla alakalı değil. Esas mesele şiddet.
cetin.ceko@gmail.com
Etiketler