Ahmet Zeki Okçuoğlu: Kürdistan’ı verin, Kürtlüğünüzü verelim!

Çetin Çeko

Müzakere söyleşilerimizin konuğu yayıncı ve hukukçu Ahmet Zeki Okçuoğlu. Abdullah Öcalan’ın 1999’da Kenya’dan kaçırılarak Türkiye’ye getirilmesi ardından Öcalan’ın avukatlığını üstlenen Okçuoğlu, devletin Kürt meselesini çözmek, hatta silahlı çatışmaları sona erdirmek gibi bir niyetinin olmadığını ifade ediyor. Kürt aydınları, Kürdistan meselesinde ısrar etselerdi, şu anda Kürtçe seçmeli ders mi, zorunlu ders mi olsun yerine; Kürdistan bağımsız mı, federe mi olsun tartışılıyor olacaktı diyen Okçuoğlu, Kürtler kendilerine kurulan tuzakları eninde sonunda aşarak, varlıklarının tek teminatı olan bağımsız Kürdistan devletini kuracaklar tespitinde bulunuyor. Ahmet Zeki Okçuoğlu’nun sürece ilişkin görüşlerini okuyucularımızla paylaşıyoruz.

Çetin Çeko

Sayın Okçuoğlu, bir kısım çevreler hükümetin MİT aracılığıyla Öcalan’la sürdürdüğü müzakerelerin Kürt sorununun çözümüne yönelik olduğunu belirtirlerken, bir kısım çevreler de Kürt hareketinin “Türkiyelileştirilmesi”, Kürt sorununun sürdürülebilir bir kriz şeklinde idare edilmesi süreci olarak değerlendirmekte. Sizce söz konusu müzakerenin hedefi nedir?

Önce “Kürt sorunu” tabiriyle ilgili birkaç şey söylemek istiyorum. “Kürdistan meselesi” yerine ikame etmek üzere türetilmiş bir tabir bu. Dünyanın her yerinde milli meseleler ülke adıyla anılır. Bir tek Kürt milli meselesinde bu prensibe riayet edilmez. “Kürt meselesi” demelerinin nedeni, onu millet-devlet bağlamı dışında azınlık meselesi seviyesine indirgemek. “Kürt”, “Kürdistan” sözcüklerinin yasak olduğu dönemde Kürtlerin, meseleyi tartışmak için olsa da bu tabiri kullanmaları bir ölçüde mazur görülebilir. Ancak silahların konuştuğu şu dönemde, Kürtler adına söz söyleyenlerin meseleyi hala Türk resmi ideolojisinin tabiriyle tartışmasına mazeret gösterilemez. Türkler bu sayede, milli bir meseleyi, azınlık meselesi seviyesine indirgediler.

Kürt aydınları, “Kürdistan meselesi”nde ısrar etselerdi, şu anda Kürtçe seçmeli ders mi, zorunlu ders mi olsun yerine; Kürdistan bağımsız mı, federe mi olsun tartışılıyor olacaktı. Bir Filistinliye, “Filistinliler meselesi” derseniz kafanızı kırar. Bir de Kürtler neden devlet olamıyorlar diye yakınıyorlar. Devlet kurmak için, devlet fikrine sahip olmak gerekir. Türklerin bütün gayreti, devlet fikrini Kürtlerin zihninden silmek. Türkler, Güney Kürdistan’la ilgili de bu politikayı izliyorlar. Bütün dünya “Kürdistan” derken, onlar “Kuzey Irak” diyor. Bir ara “Irak’ın Kuzeyi”, “Türkmeneli” bile dediler.

Bir şey verdiklerinde, karşılığında daha büyük bir şey almak Türklerin adetidir. Alevi Kürtlere, bize Kürtlüğünüzü verin, size Aleviliğinizi verelim dediler. Alevi Kürtler onların bu isteğine uyarak Kürtlüklerini verdiler, ama Türkler verdikleri sözü tutmadılar. Üstelik onlara Aleviliklerini verseler ne kıymeti var. Alevilikten Kürtlüğü çıkardığınızda geriye bir şey kalmaz. Onları Müslüman Kürtler izledi. Kürdistan’ı verin, size Kürtlüğünüzü verelim dediler. Kürtler bekledikleri tepkiyi göstermeyince, onlardan Kürtçeyi de istediler. Geriye bir şey kalmadı zaten. Kürtler lisanları ve ülkeleriyle vardırlar. Bu iki şey olmazsa Kürtlük olmaz. Lisanları ve ülkeleri Kürtlerin varlık nedeni, amiyane tabirle namuslarıdır. İnsan namusunu pazarlık konusu yapar mı hiç?

Gelelim sorunuza. Kürtler arasında iki çizgiden söz ediyorsunuz. İmralı’da “Kürt meselesi” müzakere edildiğini ve bunun sonucunda çözüme varılacağına inananlar; bütün bunların, Kürt hareketinin “Türkiyelileştirilmesi”, Kürt sorununun sürdürülebilir bir kriz şeklinde idare edilmesi amacıyla yapıldığını savunanlar.

Geçmişte olduğu gibi Türklerin bugün de, “Kürt meselesi”ni çözmek, hatta silahlı çatışmaları sona erdirmek gibi bir niyeti yok. Baskıları hafifletmek için böyle bir görüntüyü veriyorlar. Bazı Kürtler de bunu ciddiye alarak umutlanıyor. Yirmi yıldan beri Kürtleri bu yalanlarla oyaladılar.

Bir süre önce Türk başbakanı Tayip Erdoğan CNN Türk’te “İmralı süreci”nde nelerin “müzakere” edildiğini açıkladı. Erdoğan üç şeyden söz etti; “Öcalan Ergenekon’a bağlıydı, şimdi bizim adamımız oldu, artık ne desek onu yapıyor. Bunun karşılığında biz de onun cezaevi şartlarında ufak tefek iyileştirmeler yaptık. Bunun dışında aramızda herhangi bir pazarlık söz konusu değil.” Öcalan’ın cezaevi şartları ile ilgili yapılanlar ufak tefek iyileştirmelerden daha iyi şeyler. Otuz yıllık savaştan sonra Kürtlerin kazanımı da bu olacak galiba.

Kürtlerin Türkiyelileştirilmesi, Kürt meselesinin sürdürülebilir bir kriz şeklinde idare edilmesi fikrine gelince. Bu yeni bir şey değil. TC’nin kurulduğu günden beri yürürlükte. PKK’nin çıkarılmasının esas nedeni bu. “Düşük yoğunlukta savaş”, “kabul edilebilir düzeyde savaş” stratejisine bağlı olarak bu proje yürürlüğe kondu. “Savaş” yerine “kriz” ikame edildi, adına da barış dendi.

Hükümet ile Öcalan arasında varılan mutabakatın içeriği bilinmiyor. BDP ve PKK’nin bile bu konuda tümüyle bilgi sahibi oldukları konusunda kuşkular var. Murat Karayılan, “Erdoğan’ın bir çözüm projesi gerçekten var mı? Varsa nasıl bir çözüm projesi? Daha bilmiyoruz bunları…” diyor. BDP ve PKK gerçekten Öcalan’ın söylediklerine iknalar mı? Yoksa Öcalan faktöründen dolayı söylenenlere evet demek zorunda mı kalıyorlar?

Ortada Öcalan’dan başka bir şey olmadığı için insanlar bir şeyler var ama bizden gizliyorlar zannediyor. Oysa her şey ayan beyan. Türk başbakanı daha önce birçok defa “Kürt meselesi” diye bir şey olmadığını söyledi.

Öcalan ile Said’i Nursi arasında birçok benzerlikler var. İttihatçılar, daha sonra Kemalistler Saidi Nursi’yi kullandılar. Aralarındaki tek fark, Saidi Nursi başlangıçta samimi bir Kürt’tü, daha sonra taraf değiştirdi. Taraf değiştirdiğinde fikirleri gibi ismini de değiştirdi. Abdullah da taraf değiştirdi, ama Kürtlükten Türklüğe geçmedi (o hiç Kürt milliyetçisi olmadı, başından beri Türklerin adamı) Türk yönetiminin iki büyük gücü arasında yaptı bunu.

Abdullah Öcalan’la PKK ve BDP arasında fikir ayrılığı olduğu iddiası bir manipülasyon. Cengiz Çandar bu fikri attı ortaya. AKP’nin Genel Başkanı Tayyip Erdoğan ile bu partinin il teşkilatının başkanı arasında ne kadar görüş ayrılığı varsa, Abdullah Öcalan’la PKK ve BDP arasında da o kadar var. Abdullah Öcalan daha TC’ye getirilmeden PKK yeni konsepte göre dizayn edildi. PKK içinde zaman zaman çıkan ayrık otlar da dönem göre arada bir tasfiye ediliyorlar. En son Sakine Cansız öldürüldü. BDP de hakeza.

Oslo görüşmelerinde bir sonuca varamayan AKP hükûmeti ile Öcalan ve PKK’nin tekrar bir ucu yarı açık ‘süreç’ başlatmalarına neden olan bölgesel ve uluslararası koşullar nelerdir?

Oslo görüşmeleri, dediğiniz sürecin bir önceki aşaması, ileri sürüldüğü anlamda bir başarısızlığa uğramadı. Test mahiyetinde bir girişimdi o. Yukarda da belirtiğim gibi, ortam tam elvermeyince geri adım attılar. Tabii ki her zamanki gibi sorumluluğunu da PKK üstlendi. Daha sonra projenin eksiklikleri tamamlandı ve yeniden uygulamaya kondu. Bu defa da istenen sonucun alınmaması ihtimali var. O zaman bunu yeni bir aşama izleyecek demektir. Ayrıca Türk devleti mümkün olduğu kadar işi ağırdan almaya çalışıyor. Her şey o kadar gönüllerine gidiyor ki, farklı bir boyuta geçmeyi bir türlü içlerine sindiremiyorlar. O yüzden de uzattıkça uzatıyorlar. Bir yılda atılacak bir adımı, on yılda atıyorlar. Kürtleri iyice canından bıktırıp, Kürtlükten vaz geçirinceye kadar bunu sürdürmek istiyorlar.

Ayrıca yapılan açıklamalara göre, “silahların gömülmesi” filan da söz konusu değil, PKK militanları Güney Kürdistan’a çekilecek o kadar. Dinlenme molası demek daha doğru.

O kadar çok yalan söylüyorlar ki insanın doğru ile yanlışı ayırt etmesi imkansız. Oslo görüşmeleri diye bize yutturdukları şey aslında Hewlêr’de yapıldı. Onu izleyen görüşmeler de öyle. Geçenlerde Türk medyası, Hewlêr’de yapılan son bir görüşmeye Abdullah Öcalan’ın da katıldığını yazdı. Doğru olma ihtimali çok yüksek. Özal döneminden beri böyle. Özal’ın bir danışmanı, onun Güney Kürdistan’a gidip Abdullah Öcalan’la görüşmeler yaptığını açıkladı. Kürtler, Özal’ın iyi adam olduğu, Kürdistan meselesini çözmek istediğine hala da inanırlar, ama o tam bir sahtekardı. Özal Kürdistan’ı tamamen boşaltmak istiyordu. Büyük ölçüde amacına da ulaştı.

PKK, BDP dışındaki Kürt kesimlerinin Öcalan’a yönelik iki temel önemli eleştirileri söz konusu. Birincisi, Öcalan’ın tutsaklık koşullarından dolayı baş müzakereci olmasının yanlış olduğu. İkincisi gerillanın otuz yıllık mücadele sonucu hangi kazanımlarla kayıtsız şartsız geri çekilmek zorunda bırakıldığı. Bu eleştiriler konusunda neler söylemek istersiniz?

Abdullah Öcalan dışarıda olsa, onun Kürtleri temsil etmesini kabul mü edeceğiz yani? Hukukta temsilin şartları bellidir. Bu, demokratik bir seçimle tespit edilir. Ayrıca sınırsız bir yetki de vermez. Gündelik tabirle temsilci, milleti satma yetkisine sahip değildir. Her konuda olduğu gibi bu konuda da temsilciler, sınırları belli ve denetime tabi bir yetkiye sahiptir.

Milli bir meselede müzakere iki çözüm ihtimali üzerinde yürütülür. Bağımlı milletin ayrılma hakkını kullanarak, bağımsız devlet kurması ya da ayrılma hakkını saklı tutarak, bir ya da birden fazla milletle federal ya da konfederal bir birlik içinde yer alması. Milli meselelerin çözümünde üçüncü bir ihtimal yoktur.

Öcalan’ın Diyarbekir Newrozu'nda okunan mesajında atıfta bulunduğu “ortak tarih”, “misakı milli”, “Çanakkale ruhu” ve İslam’a vurgu yapan düşüncelerini içeren “yeni paradigmasını” nasıl değerlendiriyorsunuz?

Kim olduğu, kime hizmet ettiği konusunda Abdullah Öcalan yeterince açık davrandı. Daha işin başında MİT’le ilişki içinde olduğunu, ondan aldığı paralarla PKK’yi kurduğunu söyledi açıkça. Türk resmi ideolojisi ile ilişkisini de saklamadı. Bu nedenle, Öcalan paradigma değiştirdi fikri yanlış.

Türk resmi ideolojisinin esas çizgisini Türk-İslam sentezi oluşturmaktadır. TC’nin kuruluşundan sonra jeopolitik nedenlerle Türkler, kendilerine has bir laisizm temelinde resmi ideolojinin revize edilmiş bir versiyonunu türettiler. Kemalizm ya da Atatürkçülük dedikleri şey resmi ideolojinin bu yeni versiyonunu bir süre iktidarı tekelinde tutu. Ancak 1950’de Demokrat Partisi ile birlikte Türk-İslam sentezcileri yeniden iktidara geldiler. O günden bu güne iktidar, resmi ideolojinin bu iki kesimi arasındaki çekişmelere sahne olmaktadır.

Türk milliyetçiliğinin oluşumunda (ideolojide ve pratikte) Kürtlerin önemli bir payı var. Ziya Gökalp, Süleyman Nazif bunlardan ikisidir. Siyasi hayata aktif bir Kürt milliyetçisi olarak başlayan Saidi Nursi tarafından ya da adına başlatılan Nurculuk hareketi günümüzde Türk-İslam sentezi hareketinin omurgasını oluşturmaktadır. Apoculuk da Türk milliyetçiliğinin Kürt versiyonudur. Rol icabı bugüne kadar dışlanan Apoculuk yakın bir tarihte Türk milliyetçiliği panteonunda hak ettiği yeri alacak. Abdullah Öcalan adına kaleme alınan kitaplar Türk milliyetçilerinin başucu kitaplarını arasında yer almaktadır.

Yukarda da belirttiğim gibi TC’de resmi ideolojinin iki kanadı arasında iktidar mücadelesi günümüzde bile çekişmeli geçiyor. Kanatlar arasında iktidarın el değiştirmesi, kaçınılmaz olarak sistemin önemli bir unsuru olan Abdullah Öcalan’ı ve PKK’yi de etkiliyor. Abdullah Öcalan, Kemalist akımın kanatları altında doğup büyüdü. İktidarın el değiştirmesinden sonra resmi ideolojinin iki kanadı arasında yaşanan gerilimin bir benzeri de AKP ile Abdullah Öcalan ve PKK arasında oldu. Son on yıl yaşanan AKP-PKK çatışması, Türk resmi ideolojisinin iki kanadı arasındaki çatışmanın Kürdistan boyutunu oluşturuyordu. Nihayet Abdullah Öcalan ve ona bağlı olarak PKK, Türk başbakanının tabiriyle “hidayete erdi” ve böylece gerilim de son buldu. Türk-İslamcıların bu ikinci büyük zaferidir. Öcalan da ilk defa taraf değiştirmiyor. Geçmişte de iki kanat arasında bir gel-gidi var. Öcalan, Türk milliyetçiliğinin her kılığına girdi, ama Kürt milliyetçisi hiç olmadı.

Öcalan merkezli PKK ve BDP ile sürdürülen Kürt sorununun olası çözümüne ilişkin müzakerelerde bunun dışında kalan diğer Kürt örgütleri, sivil toplum kuruluşları, Ermeni, Süryani, Alevi ve kanaat önderleri temsilcilerinin bu sürecin içinde aktif yer almaları, sürece dahil olmaları gerekmiyor mu? Gerekiyorsa bunun mekanizmaları nasıl oluşturulmalıdır?

Kürdistan meselesi çözüm bulduğunda bütün mağdurların önü açılacak. İslam dünyasında gayri Müslimlerin en korkusuzca yaşadıkları ve haklarının teminat altına alındığı tek yer Güney Kürdistan. Gelecekte Kürdistan’ın diğer parçalarında da öyle olacak.

Alevilerin durumu bir parça karışık. Yukarda onlarla ilgili bir iki şey söyledim; bir kaç şey daha ilave etmek istiyorum. Türk Alevilerinin rejimle bir problemi yok. Ayrıca onların Aleviliğinin ciddiye alınır bir yanı da yok. Mağdur olan Kürt Aleviler. Ayrıca Kürtler içinde de en çok mağdur olan kesim onlar. TC devleti Müslüman Kürtlere bir sopa vuruyorsa, Alevi Kürtlere iki sopa vuruyor. Bazı Aleviler, Kürt oldukları halde Kürt düşmanlığı yapıyorlar. Türklere yaranıp, belki bu sayede bir şey elde ederiz diyorlar, ama yanılıyorlar. Aleviliği Kürtlükten ayırmak tarihi, etnik ve kültürel hakikatlerle bağdaşmıyor. Ayrıca bu, onların çıkarları ile de bağdaşmıyor. Renan, “Kendisini millet olarak his eden her topluluk millettir” diyor.

Yukarda sözünü ettiğim nedenlerle, Alevilerin, ayrı bir millet olarak tarif edilmelerine itiraz etsem de, ilerde yapılacak bir referandumda ayrılmaya karar vermeleri halinde buna karşı çıkmam. Buna hakkım da olmaz zaten.

Ancak reel politik durum çok farklı. Aleviliği bir din olarak kabul ettirmek, Kürtlerin millet olarak kabul ettirmekten daha zor. Hatta imkansız. Aleviler Kürtlükten ayrılırlarsa, Aleviliği de terk etmek zorunda kalacaklar. Alevilerin önünde iki yol var. Yezidiler gibi, kadim Kürt inancının ve kültürünün saygın bir kalıntısı olarak, özerk bir statü ile bağımsız ya da federe Kürdistan içinde yaşamak ya da Türk-İslam içinde yok olup gitmek. Tercih kendilerinindir elbet.

Kürt ulusunun özerk, federe veya bağımsız bir siyasal statüye kavuşmadan Ortadoğu’da kalıcı bir barış istikrarın sağlanması mümkün müdür?

Barış ve istikrar izafi kavramlardır. Lozan’dan sonraki durum da bir anlamda barış ve istikrar olarak tarif edilebilir. Ancak dünya değişti Lozan’la tesis edilen “barış ve istikrar” artık işe yaramıyor. Yeni bir barış ve istikrar ihtiyaç var. Bu, yeni çatışma ve istikrarsızlıkları da beraberinde getirecek.

İki kavram arasında diyalektik bir ilişki var. Kainatın ve insanın cevherinde olan bir şey bu. Barış ve huzur insanlığın ezeli ve ebedi idealidir. Güzel bir ideal ve bunun mutlaka canlı tutulması gerekiyor. Aksi taktirde insanlık var olma heyecanını ve gerekçesini yitirecek.

Bu bağlamda insanlığın acil yapması gereken şey, aralarındaki ihtilafları savaş noktasına vardırmadan çözmek. Savaş büyük yıkımlara neden oluyor. İnsanlık savaşa son verebilirse en büyük idealini gerçekleştirmiş olacak. Ancak savaşı, insan doğasının vaz geçilmez bir özelliği olduğunu söyleyenler de var. Benim neslim savaş içinde doğdu, savaş içinde göçüp gidecek ve ne acıdır ki bu daha uzun bir süre böyle devam edecek.

Şu anda Kürtlerin bu felsefi problemlerle kafalarını meşgul edecek ne zamanları, ne de imkanları var. Onların yapması gereken, sağa sola sapmadan, bu savaş-barış, istikrasızlık-istikrar ortamında yolunu bulup bağımsızlıklarını elde etmek olmalıdır. Ondan sonra Allah kerim; insanlığın çıkarları neyi gerektiriyorsa o yapılacaktır.

Kürtler, eğer hükümet samimi ise müzakerelerin sadece MİT-Öcalan görüşmeleriyle sınırlı kalmaması, meclisin de sürece dahil olmasını istemekte. İktidar, Kürt sorununu resmiyette belgelendirmeden, muhataplığı resmi olarak kabul etmeden hala Kürtlerin varlığını suya yazılmış kelimelerle telaffuz etmiyor mu? Yeni anayasa tartışma ve önerilerini, “Akil İnsanlar Grubu” oluşumunu da dikkate alırsak sürece ne kadar umutla bakabiliriz?

Hükümet samimi, hem de çok samimi. Atacağımız bütün adımları açılım sürecinde attık, “Kürt meselesi diye bir mesele yok diye” bas bas bağırıyorlar. Buna rağmen Kürtler kendi kendilerine gelin-güveyi oluyorlar.

“Kürt sorununun resmiyette belgelenmesi”ne gelince. Türkler sadece verdikleri sözlere değil, yaptıkları antlaşmalara da sadık kalmamakta şöhret sahibidirler. Tanıyacakları hakların milletlerarası güvence altına alınması gerekir diyeceğim, ama Lozan Antlaşması ile hakları güvence altına alınan gayrimüslim azınlıkların başına gelenleri hatırlayınca, bunun da çözüm olmayacağı aşikar. Ayrıca bu nedenle de doğru olan Kürtlerin ayrılmalarıdır.

Her şeye rağmen günümüzde Kürtler, geçmişte olduklarından daha iyi bir durumda. Gelişen teknoloji sayesinde seslerini duyurabiliyorlar. Ayrıca gerçekler bütünüyle ve uzun süre gizlenemiyor. Kürtler, kendilerine kurulan tuzakları eninde sonunda aşarak, varlıklarının tek teminatı olan Bağımsız Kürdistan Devletini kuracaklar, bundan şüphe edilmemelidir. Türkler yaklaşık bir yüzyıl boyunca eritemedikleri Kürtleri bundan sonra eritemezler. Çok yakın bir gelecekte Kürdistan’da, yüzyıldır yapılan zulümlere tepki olarak, çok katı bir Kürt milliyetçi dalgası yükselecek. Türkler akıllı bir millet olsalardı, ihtilafı bu noktalara vardırmazlardı. Boşuna kendilerine “Etrakê bêidrak” dememişler anlaşılan.

Akil adamlar... Sedası kulağa hoş gelen bir söz… Bu kadar aptal insanın yaşadığı bir dünyada akil olmaktan daha güzel ne olabilir ki! Bu akil adamlardan bazılarını yakından tanıyorum, çoğu savaştan besleniyor. TC ile PKK arasında bir yerde durarak, iki tarafı da idare ediyorlar. Bu sayede bir o taraftan bir bu taraftan nasipleniyorlar. “Kürtler Vadisi” dizisinde onlara da nihayet bir rol verildi. Sahte savaşın sahte barışçıları.

cetin.ceko@gmail.com
Tags: