İnsan Hakları Derneği (İHD) kaynaklarına göre PKK, 1990 ile 2012 yılları arasında aralarında asker, polis, korucu, parlamenter, siyasetçi, memur, işçi, turist, gazeteci ve sivil, toplam 335 kişiyi alıkoydu.
Kendi savaş stratejisine göre PKK, bu alıkoymaları savaşan bir güç olarak muhatap alınmayı, devletle yapılan pazarlıklar ve elde edilen tavizler ardından esirleri serbest bırakmayı hedefledi. Yanlışlığı, doğruluğu, siyasi ve insani boyutu elbette tartışılmalıdır.
PKK’nın alıkoyduğu 335 kişinin serbest bırakılması için Türk devleti, Musul’da 49 Konsolosluk diplomatının, Lübnan'da THY pilotlarının, Suriye'de gazetecilerin, Afganistan'da mühendislerin serbest bırakılmasında gösterdiği çabayı, PKK’nın esir aldığı, alıkoyduğu vatandaşlarına uygulamadı.
Bölgede PKK’ye etki edecek aktörleri devreye sokup, en son gelişmiş uydu teknolojisini kullanarak, alıkonulanları gün gün, saat saat takip edip bir pazarlığa girişmedi. Kısaca AK Parti Hükümeti ve önceki hükümetler, PKK’nin elindeki esirler için bugünkü gibi bir yaklaşım içinde hiç ama hiç olmadılar.
Tersine Türk devleti, PKK’nin eline esir olarak düşen vatandaşlarına karşı aşağılayıcı ve yargılayıcı bir tavır içine girdi. Esirlerin ve alıkonulanların aileleri, devletten bu konuda bir girişim göremeyince en son çare olarak sivil toplum kuruluşlarını devreye sokup çocuklarını kurtarmaya çalıştılar.
PKK de, propaganda ve kamuoyu oluşturmak için bu girişimlere cevap vererek, elindeki esirleri farklı zaman dilimleri içinde basın önünde protokollerle serbest bıraktı.
Esir düşen askerler ‘vatan haini’ oldu
Hatırlanacağı üzere PKK gerillaları, 22 Ekim 2007 tarihinde Hakkari'deki Dağlıca Tabur’una baskın düzenlemişti. Baskında, 12 asker yaşamını yitirirken, 8 asker de esir alınmıştı. PKK, 8 esir askeri, dönemin Kürdistan Federal Bölgesi Hükümeti yetkililerinden Hacı Mahmud Osman ve Kerim Sincari ile yine dönemin DTP Milletvekilleri Osman Özçelik, Aysel Tuğluk ve Fatma Kurtulan'dan oluşan heyetle imzalanan protokolle 4 Kasım'da teslim etti.
O dönem AK Parti Hükümeti’nin Adalet Bakanı olan Mehmet Ali Şahin’in, esir askerlerin serbest bırakılması ardından akla ve vicdana durgunluk veren “keşke ölselerdi” belirlemesi hafızlardan silinmiş değil.
Şahin: “Öncelikle askerlerimizin, Türk Silahlı Kuvvetleri mensuplarının herhangi birinin ya da bir bölümünün bölücü terör örgütünün eline geçmiş olmasından Türkiye Cumhuriyeti vatandaşı olarak büyük üzüntü duyduğumu belirtmeliyim. Türk Silahlı Kuvvetleri’nin hiçbir mensubu böyle bir duruma düşmemeliydi. Dolayısıyla kendilerinin kurtulmuş olmasından fazla bir sevinç duyamadığımı ifade etmek istiyorum.” açıklamasında bulunmuştu.
Dönemin Başbakan Yardımcısı ve şu anki TBMM Başkanı Cemil Çiçek de üzülen ve sevinemeyenler arasında idi. Çiçek ise, esir askerleri teslim alan DTP Milletvekillerini hedef alarak : “Mutabakat zaptı da dahil o görüntüler, insani boyut gibi gözükse de suçüstü yakalanmışlardır” demişti.
Serbest bırakılan sekiz asker, Askeri Mahkeme’de yargılandılar ve “örgüt propagandası” yapmaktan ağır cezalara çarptırıldılar. Oysa demokratik devletler esirlere, rehinelere kendi devletleri ve ulusları hakkında yaptırılan açıklamaları, aleyhlerine delil olarak kullanmaz.
Geçtiğimiz haftalarda IŞİD tarafından infaz edilen Amerikalı gazeteci James Foley ve İngiliz gazeteci John Cantlie’nin, devletlerinin IŞİD ile savaştaki rolleri hakkında yaptıkları açıklamaların hukuki bir bağlayıcılığı yoktu. Vatandaşı oldukları devletler, onları insan hakları mücadelesinde görevlerini yerine getirirken katledilen saygın kişiler olarak andılar. Türk devleti ise tam tersini yaptı.
Örneğin, IŞİD’in rehin aldığı 49 kişiden, Musul Konsolosunun Türkiye'nin, İslam Devleti ve ilan edilen halifeliği tanımaması üzerine ülkesi ve Erdoğan aleyhinde söylediği sözlerinin video kayıtları yayınlansa, Türk devlet erkanı ve kurumlarının tavrı acaba ne olur?
PKK’nin alıkoyduğu daha sonra serbest bıraktığı diğer esirlere de devletin muamelesi değişmedi. Bu şahıslara “Stockholm Sendromu” açıklamasıyla basında karşı propagandalar yapıldı. IŞİD’in serbest bıraktığı 49 rehine gibi törenlerle karşılanmadılar, alınlarından öpülmedi. Nasıl bir ruh hali içinde oldukları, geçirdikleri travmalar sorulmadı. İş bulmakta zorlandılar, sadece sorgulandılar ve şüpheli olarak yıllarca polis takibinde tutuldular.
Şimdi Türk devleti, İsrail gibi kendi vatandaşlarının yaşama hakkı için gerekirse şeytanla bile anlaşırım diyor. Eğer Türk devleti kendi vatandaşının yaşam hakkına değer veren bir ülke olsa idi, PKK’nin elindeki bir esire karşılık İsrail’in yaptığı gibi cezaevlerindeki bin Kürdü serbest bırakabilirdi. Kendi vatandaşına değer vermediği için otuz yıllık savaşta bunu yapmadı, tersine binlerce vatandaşını kurban verdi.
49 rehine olayı, Türk devletinin Ortadoğu ve Kürdistan siyasetinin bir parçası olarak ortaya çıktı ve AK Parti Hükümeti’nin elinde Şengal’de, Kobani’de patladı. Ayrıyeten Türk devleti açısından bilinen gerçeği bir kez daha teyit etti.
Kürd'ün değeri yok ki elindeki rehinenin de değeri olsun…
@cetin_ceko