Siyaset gündemi yaklaşan genel seçimler, HDP İmralı heyeti ile Türk
hükümet yetkililerinin geçtiğimiz
hafta sonu İstanbul Dolmabahçe’de,
Öcalan’ın diyalog ve barış
sürecinin geleceğine
ilişkin 10 maddelik önerisi
ile hareketlendi. 10 madde Kürt ve Kürdistan sorununun çözümüne
temel oluşturuyor mu? PKK, neden silah bırakmamalı?
Kalıcı ve adil bir barış
için uluslararası
toplumun hakemliğine hükümet neden karşı,
Öcalan ve PKK neden ısrarsızlar?
Demirtaş'ın devlete karşı
dik duruşu, Öcalan'ın duruşunun sorgulanmasına
yol açıyor mu? 30 yıllık
savaşta devletin insan hakları
ihlallerine karşın, mağdurun da hak ihlallerini insan hakları örgütleri
sorguluyorlar mı? Hepimiz egemenimize mi benzedik? Derin
devlete ne oldu? Kürdistan’daki savaşta kadına yönelik cinsel işkence
ve tecavüzde devletin güvenlik
birimleri ve memurlarının rolleri nelerdir? Perinçek’in
‘Ermeni soykırımı emperyalist bir yalandır’
açıklaması neden düşünce özgürlüğü kapsamı içinde değildir? Hukukçu,
İnsan hakları savunucu ve yazar Eren Keskin’le
siyaset gündeminin diğer başlıkları ve HDP’nin adaylık teklifine neden ‘hayır’
dediğini konuştuk.
Sayın Keskin, HDP İmralı heyeti ile Türk hükümet yetkililerinin hafta sonu İstanbul Dolmabahçe’de yaptıkları ortak basın toplantısında Abdullah Öcalan’ın diyalog sürecinin geleceğine ilişkin 10 maddelik önerisi açıklandı. Bir kısım siyasi çevreler açıklamayı olumlu bulurken, bir kısım çevreler de 10 maddede Kürt ve Kürdistan sorununun çözümü konusunda somut bir tespitin olmadığı, sorunun adının bile konulmadığı, yeni anayasa, ortak vatan ve demokratik cumhuriyet eksenli muğlak belirlemelerin sürece ilişkin kaygıları arttırdığını ifade ediyorlar. Açıklanan bu 10 maddeyi siz nasıl değerlendiriyorsunuz?
Açıklanan
10 maddeden önce şunu ifade etmek istiyorum. Türkiye
Cumhuriyeti devleti kuruluşundan itibaren, Kürtlerin
varlığını yok sayan ve yok etmeye çalışan
bir zihniyettir. Bu zihniyetin Kürtlerle yan yana oturup, hatta Kürtlerin
önderi olarak bilinen kişinin önerilerini birlikte deklere etmelerini önemsiyorum.
Kürt siyasal hareketinin geldiği noktayı göstermesi açısından
toplantının bu çerçevede bir anlamı var.
Kişisel
olarak birlikte yaşamanın dayatıldığı her türlü tartışmanın
antidemokratik olduğunu düşünüyorum. Kürtlerin kendi geleceklerini kendilerinin
belirleme hakkına inanan bir kişiyim.
Bu anlamda yapılan açıklamanın her halükarda
Kürtlerin başarısı ve yararına olduğu
inancım var.
Tabi ki metnin içeriğini
tartışabiliriz. Yaşadığımız süreç geçiş sürecidir, hiçbir zaman nihai olamaz. Sömürgeleştirilmiş Kürdistan’ın ve
Kürtlerin ulusal demokratik taleplerini doğal
olarak 10 maddede özetlemek mümkün değildir. Önemli
olan devletin bu noktaya çekilmiş olmasıdır.
Bunda ise Kürt hareketi, Kürdistan
sorununun dört parçada geldiği aşama,
Ortadoğu’daki dengeler, emperyal devletlerin yeni bölge
siyasetleri, uluslararası toplum ve sivil toplum örgütlerinin
bir bütün olarak rolleri vardır.
Dolmabahçe’deki resim, Türkiye
Cumhuriyeti Devleti’nin cumhuriyetten bu yana sürdürdüğü Kürt
politikasının iflasıdır. İflas eden bu politikayı
devletin diriltip sürdürmeye çalışacağını da belirtmekte yarar görüyorum.
Söz konusu toplantıya ilişkin sadece Dolmabahçe’deki ortak resmin öne çıkarılarak semboller üzerinden kalıcı ve adil barışın tartışılması, Kürt ve Kürdistan sorununun özüne ilişkin tartışmadan uzaklaşılmasına neden olmuyor mu?
Kalıcı ve
adil bir barışa ulaşmak zaman alacaktır. Kürdistan’ı tek
parça olarak kabul ederseniz belki bu tartışmayı ve
sonuca varmayı daha çabuk yapabilirsiniz. Dört parçalı bir
coğrafyadan bahsediyoruz. O nedenle kalıcı ve adil barışa
daha çok zaman var diye düşünüyorum.
Belirttiğim gibi süreci geçiş süreci
olarak görmek gerekir.
Türk
devletinin artık Kürtleri kandıramayacağını düşünüyorum.
Türk devletinin Kürtlere, Kürdistan’a
dayatmaya çalıştığı barışın karşılığı yok. Kürdistan’a her
gittiğimde bunu görüyorum. Kürtler
her şeyi biliyorlar ve görüyorlar. Devlet tarafından
kendilerine dayatılanın gerçek bir barış olmadığını da görüyorlar.
Artık Türk devletinin işi o
kadar kolay değil.
PKK’nin silah bırakması müzakere edilirken, otomatikman Kürt sorununun da çözüleceği algısı yaratılıyor. Oysa PKK’nin silah bırakması Kürt sorununun çözümünden, Kürtlerin ve Kürdistan’ın bir statüye kavuşmasından geçmiyor mu?
Evet, sorunun bu şekilde
ele alınmasının yanlış olduğunu düşünüyorum.
Yüzyıllık Kürtlerin mücadelelerinde meşru
taleplerin kanla bastırıldığı Koçgiri, Şeyh Said, Ağrı başkaldırıları ve
Dersim’de PKK yoktu. PKK’yı
ortaya çıkaran, Türk devletinin Kürtlere
dayattığı kirli savaş yöntemleridir. Bu nedenle PKK’nin
silah bırakmasından önce
tartışılması gereken, devletin kirli savaş yöntemlerinin
tartışılmasıdır.
Ayrıca PKK’nın bu süreçte silah
bırakabileceğine de inanmıyorum. PKK, en fazla Kuzey Kürdistan’da
silahlı mücadeleyi durduruyorum diyebilir. Bunun dışında
PKK'nin silah bırakması mümkün değil. Çünkü PKK, Kürdistan’ın diğer parçalarında da
silahlı mücadele içinde. Kesinlikle demokratik, sivil mücadeleden
yanayım, ama bir insan hakları
savunucusu olarak PKK’nin silahına ihtiyaç olduğunu
savunuyorum. PKK’nin silah bırakması en
son tartışılacak maddedir. Esas tartışılması
gereken, PKK’yi silahlı mücadeleye iten nedenlerdir.
PKK, HDP, DTK dışındaki Kürt kesimlerinin sürece ilişkin üç temel önemli eleştirileri söz konusu. Birincisi, Öcalan’ın tutsaklık koşullarından dolayı baş müzakereci olmasının yanlış olduğu. İkincisi, Kürt sorununun olası çözümüne ilişkin kurulacak müzakere masasında PKK dışındaki diğer Kürt örgütleri, sivil toplum kuruluşları, Ermeni, Süryani, Alevi kanaat önderlerinin sürece dahil edilmemeleri. Üçüncüsü, otuz yıllık mücadele sonucu gelinen noktada Kürt hareketinin Türkiyelileştirilmesinin hedeflenmesi. Bu eleştiriler konusunda neler söylemek istersiniz?
Hayatta tek bir
doğru yoktur. Doğrulara tartışarak varabiliriz. Bu açıdan
her türlü eleştirinin haklı yanları
olabileceği varsayımı ile dikkatlice irdelenmesi gerekir diye düşünenlerden
biriyim. Kürtlerin sömürgeci güçlerle,
devletlerle barıştan önce kendi aralarındaki
barışa önem veriyorum. Kürtlerin,
Kürdistan’ın kurtuluşunun Kürtler
arasındaki iç barıştan ve konsensüsten
geçeceğine inanıyorum. Bu konuda atılan adımların olduğunu
biliyorum, bu da hepimizi mutlu ediyor ve yürekten
destekliyorum.
Öcalan’ın tutsaklık şartlarında müzakereci
olmasına gelince; bir kere müzakereyi
eşit güçler yaparlar. Birinin diğerinin
elinde tutsak olduğu müzakere biçimi olamaz. Bunun için
2012’de yedi kadın arkadaş “Barış için Öcalan’a Özgürlük” adında
bir kampanya başlatmıştık. Belirttiğim nedenlerden dolayı, Öcalan’ın
derhal serbest bırakılması ve müzakerelere serbest şartlarda
devam etmesi, süreç açısından son derece önemlidir.
Bugünkü şartlarda sürdürülecek müzakerenin
bir tarafı her zaman yarım
kalacaktır.
Sıralamış olduğunuz
diğer eleştirilerin tabi ki haklı
yanları vardır. Kürtlerin kendi içlerinde
birlikte, dayanışarak iş yapmaları
gerektiğini düşünüyorum. Kaldı ki bu coğrafyanın çok
fazla yok edilmiş kesimleri var. Bunlar da belirttiğiniz
gibi Ermeniler, Rumlar, Süryaniler, Yahudiler, Aleviler, trans bireyler ve eşcinseller.
Bu kesimlerin oluşturulması düşünülen gözlem
heyetinde olmaları gerekir. Hakları ihlal
edilen her kesimlerin çözüm sürecine dahil edilmelerine inanıyorum.
Devlet, Oslo süreci ardından arabulucu olarak uluslararası toplumdan üçüncü bir tarafın görüşmelere katılmasını istemiyor. Bunun yerine 'milli göz' tanımı yaptığı yerli bir heyetin oluşmasını istiyor. Öcalan, PKK ve HDP ise izleme heyetinde
uluslararası toplumdan gözlemcilerin olmasında fazla ısrarcı gözükmüyorlar. Neden devlet, uluslararası toplumdan gözlemcileri istemiyor, Öcalan ve PKK ise neden ısrarcı değiller?
Devlet, Kürdistan
sorununun kendi eliyle uluslararası platformlara taşınmasını
istemiyor, hatta kendi dışındaki bu girişimleri
de engellemeye çalışıyor. Bu nedenle uluslararası
toplumdan ve sivil toplum örgütlerinin hakemliğini gündem dışı
tutarak, sadece Türkiye siyasi sınırları içinde
sorunu çözeceğini umuyor.
Bence bu çok geç artık.
Kürdistan
dört parçaya parçalanmış, sömürgeleştirilmiş bir
coğrafya. Bu gerçeği hiçbir şey değiştiremez. Kürdistan’ın parçalamasında
uluslararası emperyal güçlerin rolleri, payları
biliniyor ve onların politikalarında
bugün için değişikliler söz konusu. Bu nedenle uluslararası güçlerin
bu sürece müdahil olması gerekiyor.
İnsan hakları savunucuları
olarak Kürdistan’da o kadar çok hak
ihlallerine tanık olduk ki. Gözaltında
insanlar kaybedildiler, kontrgerilla cinayetlerinde katledildiler. Gözümün önünde,
birlikte gittiğimiz heyetin önünde köy yakıldı ve
evinden çıkamayan 60 yaşındaki
hasta, yatalak kadın hayatını yitirdi. Orada kullanılan
silahlar Batı’nın, Avrupa ülkelerinin silahlarıydı. Bu
vesileyle Batı’nın da Kürdistan’daki
savaşta rolü ortaya çıkarılmalıdır.
Öte yandan kalıcı barışın sağlanması için
Birleşmiş Milletler, Avrupa Birliği,
Uluslararası Temas Grubu ve benzeri örgütler
yanında, özellikle uluslararası bağımsız
sivil toplum örgütlerinin üçüncü bir taraf olarak gözlem
heyetinde yer almalarını sürecin olmazsa olmazı
olarak görüyorum.
Ben bir siyasetçi değilim,
eğer siz bir siyasetçiyseniz süreci bozmama adına
daha dikkatli konuşabilir ve davranabilirsiniz. Ben insan hakları
savunucusuyum. İnsan hakları savunucuları düşüncelerini
daha özgürce ifade ederler. O nedenle, devam eden sürecin
başarılı olabilmesi için
yerel ve uluslararası insan hakları örgütlerinin
mutlaka bu sürece dahil olması
gerektiğini düşünüyorum.
Kaldı ki,
bu örgütler sürece dahil olduğu
zaman Öcalan’ın özgürlüğü gündeme gelecektir. Öcalan,
Türk devletinin elinde tutsak olduğu müddetçe, sürecin istenildiği gibi
yürüyeceğine hiçbir insan hakları örgütü
inanmayacaktır. Bu nedenle devlet hem Kürdistan
meselesinin uluslararası pozisyonunu saklamak, hem de Öcalan’ın özgürlüğünün gündeme
getirilmesini engellemek için bu kurumları sürece
dahil etmek istemiyor.
Hükümet ve Erdoğan, HDP Eş Başkanı Selahattin Demirtaş'ı barışı provoke ediyor diye eleştiriyorlar. Bu eleştirilerin kaynağında Demirtaş'ın siyasette gösterdiği performans ve en önemlisi sömürge halkın klasik uslu, devletin rasyonelleri içinde kalan politikacı duruşunu alt üst etmesi olarak yorumlanıyor. Ayrıca Demirtaş'ın devlete karşı dik duruşu, Öcalan'ın devlete karşı duruşunun sorgulanmasına yol açıyor. Bu değerlendirmelere sizin yorumunuz nedir?
Selahattin benim çok, çok
eski bir arkadaşım. (İHD) İnsan Hakları Derneği’nde yıllarca
birlikte çalıştık. Hem yakından tanıyorum
hem de bugüne kadar Türkiye ve Kürdistan
siyasetinde en umut veren insanlardan biri olarak düşünüyorum.
Kapsayıcılığı, dili, baş eğmemesi
çok önemli özellikler. Kaldı ki,
Cumhurbaşkanlığı seçiminde aldığı oy da bunun göstergesidir.
Öcalan ile Demirtaş’ın
karşılaştırılması doğru değil. Çünkü Selahattin bir sivil siyaset sözcüsü. Öcalan
ise silahlı bir örgütün lideri. Bu nedenle karşılaştırılmamaları
gerekir diye düşünüyorum. Selahattin, gerçekten
devleti rahatsız eden biri kişi. Cumhuriyetten bugüne
sivil siyaset her zaman devletin egemenliği altında
oldu. Fikret Başkaya’nın çok sevdiğim bir sözü var:
'Sivil toplum örgütleri bile ne kadar sivil?' Gerçekten
tartışmamız gerekir. Sözün ettiğimiz
cumhuriyet her şeye el atan, denetim altına
almaya çalışan bir sistem.
İnsan Hakları Derneği 12
Eylül’den sonra kurulan ilk sivil toplum örgütü ve çok iyi
bir okul olduğunu düşünüyorum. Bizler hepimiz İHD’nin öğrencileriyiz,
Selahattin de bu okulun öğrencisi, orada öğrendik
sivil hak mücadelesini. Bu yönüyle
Selahattin devleti çok rahatsız ediyor.
Söz sivil toplum örgütlerine gelmişken şu soruyu sormak istiyorum. Savaşlarda insan hakları ihlalleri yalnızca devlet, tarafından yapılmıyor, bazen mağdur da savaşın kurallarını ihlal ediyor. Kürdistan’da 30 yıllık bir savaş yaşandı. İnsan hakları örgütleri bu savaşta devletin insan hakları ihlallerini gözlemlediler, raporladılar. PKK’nin de zaman zaman hak ihlallerinde
bulunduğu iddiaları ortaya atıldı. İnsan hakları örgütlerinin yeterli derecede bu iddiaları değerlendirmeye tabi tutuklarını söyleyebilir miyiz?
İnsan hakları örgütleri devletin hak ihlallerine karşı
kurulmuş bir örgütlenme. Şunu her zaman söylüyoruz,
öyle bir devlet yapısında yetiştirildik ki, öyle
bir resmi ideoloji bize pompalandı ki, hepimiz aslında
egemenimize benzedik. İnsan hakları örgütleri de dahil, hepimizin bu devlete çok
benzediğini düşünüyorum. Son derece erkek egemen, militer, feodal
yapılar kuruyoruz.
Cezaevine girdiğimde çok büyük
hayal kırıklıkları yaşadım. Erkek, kadın ilişkilerine
önem veren biriyim. Cezaevinde de erkek kadın ilişkilerinin
dışardakiyle birebir benzediğini gördüm. Örneğin hiçbir örgütün ‘şefi’ kadın değildi. Hiçbirinin karar mekanizmalarında
kadınlar egemen değildi. Açık söylüyorum hiçbirimizin
diğerinden farkı yok. Kürt örgütleri, Türkiyeli
sol örgütler de hepimiz bir şekilde
egemenimize benziyoruz. Bu nedenle hepimizin hataları var,
kimsenin birbirinden temiz olduğuna inanmıyorum.
Gerçekten
bir demokratikleşme yaşanacaksa, önce kendimizden başlatmamız
gerektiğini düşünüyorum. Bu sadece PKK için değil, diğer sol
örgütler için de böyle.
Ayrıca bu konuda korkmamak gerekiyor. Savaş,
zaten hata barındırır. Herkes hata yapar savaşta.
Tabi ki devasa, örgütlü bizi bile kendisine benzetmiş bir
devletten bahsediyoruz. Öncelikli olan devletin suçlarını araştırmaktır. İnsan
hakları savunucuları da doğal
olarak bunu yapmışlardır.
Fakat son derece özgür ve
cesur düşünmek gerekiyor. Savaşta her
iki tarafın da hataları, insan hakları
ihlalleri vardır, hepsinin de sorgulanmasından
yanayım.
Derin devlet diye bir yapı vardı. Bu yapı darbe girişimleri, Kürdistan’da toplu katliamlar, köy yakmalar, faili meçhul suçlar işledi. İşlenen suçlardan bazıları Şemdinli’de Umut Kitapevi olayında olduğu gibi suçüstü oldu. Kürdistan’da toplu mezarlardan hala insan kemikleri çıkıyor. Ne oldu derin devlete?
Derin devlete
inanmıyorum, çünkü devletin kendisi derin devlettir. Öyle büyük bir
suçun üstüne kurulmuş devletten söz
ediyoruz ki, 1915 Ermeni Soykırımı'nı gerçekleştiren devlet zihniyeti, aynı
devletin kurucusu oldu. Bizlere bir yalan söylendi.
Bu yalan eskiden kopuş, bir devrim olarak sunuldu. Oysa hiç de öyle değildi.
Mustafa Kemal’in kendisi de bir İttihatçıydı ve bu
devleti İttihatçı kadrolar kurdu, dünün
rejimi bu günde devam ediyor.
İttihatçı devletin tetikçi
olarak kullandığı Teşkilat-ı Mahsusa’sı vardı. Günümüzde de
kontrgerilla, özel hareket timi ve Jitem benzeri yapıları var.
Bu yapılar cumhuriyetten bu yana o kadar çok suç işlediler
ki, bir kişi bile yargılandı mı? Bir faili meçhulün,
kontrgerilla cinayetinin faili açıklandı mı?
Hayır! Türkiye’de
bilinçli olarak oluşturulmuş bir
devlet yapısının olduğunu düşünüyorum.
Bu yapının bir kanadı Türk, diğer
kanadı da İslamcı. Türk-İslam sentezi dediğimiz
yapı. Düne kadar Türk tarafı
iktidardaydı, bugün ise AK Parti ile İslamcılar öne çıktılar.
Bu iki yapının birbirini üreterek yaşadığına
inanıyorum. Yani her iki yapı son derece birbirine ihtiyaç
duyuyor ve aralarında sahte bir düşmanlık var.
Yapının farklı olmamasının en
temel göstergesi kırmızıçizgilerdeki ortaklıktır. Kürdistan
sorunu, Ermeni Soykırımı, Kıbrıs’ın işgali gibi devletin kırmızıçizgilerine
hem Kemalistler hem de İslamcılar sahip çıkıyorlar.
Aralarındaki
kavga sadece iktidar kavgası. Yani hangimiz bu yönetimde
daha güçlü olacağız. Toplum bunların
kavgası arasına sıkıştırılmış durumda. Kitlelere şu
alternatif bırakılmış; ya Kemalistlerdensin ya da İslamcılardan.
Oysa ikisi arasında bir fark yok. Bu devletin işine
geliyor ve kurulu sistemi böylece sürdürüyorlar.
Ergenekon ve Balyoz davları gündeme geldiklerinde hiç umutlanmadınız mı?
Ergenekon davası gündeme
geldiğinde gerçekten derin devlet yargılanabilir
mi 'acaba' diye düşündüm? Acabalarımız olsa da herkes umutlandı. Sonuçta gördük ki,
bu davada sadece hükümete darbe boyutu yargılandı. Yargılanan
insanların içinde çok suçları olanlar vardı. Örneğin,
Levent Ersöz. Levent Ersöz, Kürdistan’da Şırnak’ta
bizim yüzümüze karşı “burası Şırnak
cumhuriyetidir. Burası Türkiye değil” diyen adam. Hepimizi tehdit eden, bütün
insan hakları savunucularının çok yakından
tanıdığı, gözaltında Silopi’de kaybedilen iki HADEP’linin
katili olduğu biliniyor.
Ne oldu? Levent
Ersöz sadece hükümete darbeden yargılandı.
Levent Ersöz, Veli Küçük’ün yargılandıkları
davalara katledilenlerin yakınları ve bizler müdahil olmak istedik, ama ret edildi. Hükümetin,
Cemaat ile arası bozulunca bütün bu davaların sanıkları
nerdeyse kahraman ilan edilerek serbest bırakıldılar.
Türkiye’de
militarizmin hiçbir zaman güç kaybettiğine
inanmıyorum. Militaristler her zaman iktidardaydılar.
Bugün AK Parti’nin bir halk desteği var
ve AK Parti ile militaristler uzlaşmış durumdalar. AK Parti’nin gücü azaldığında
yerine sosyalistler gelmeyecek, yine militaristler geleceklerdir. Şu anda
sadece görünmez gibi duruyorlar. Söz
konusu kırmızıçizgiler ortadan kalkmadığı sürece
militarizmin her zaman iktidarda olduğuna inanıyorum.
Kurucusu olduğunuz Gözaltında Cinsel Taciz ve Tecavüze Karşı Hukuki Yardım Bürosu'na bu güne kadar 465 mağdur kadın başvuruda bulunmuş. Bu olayların hepsinde failler asker, polis, korucu, öğretmen ve benzeri devlet memurları. Çoğunluğu da asker. T.C devleti, Kürdistan’da sürdürdüğü savaşta, kadına yönelik cinsel işkenceyi bir 'savaş politikası' olarak uyguladığı ve devletin yasalarında 2005 yılına kadar tecavüz suçunun yeterli bir tanımının dahi olmadığını söylüyorsunuz. Bunu açar mısınız?
İşkence denince elektrik, askı vb.
ilk akla gelir. Cinsel taciz ve tecavüzün ise bir sorgu yöntemi
olduğunu bilirdik ama kimse bunu dile getirmezdi. 1995 yılında
yazdığım bir yazıda 'Kürdistan' kavramını
kullandığım için cezaevine girdim. Cezaevinde PKK’li kadınlarla
yattım, çoğu da müvekkilimdi. Bir gün
havalandırmada volta atarken kızlardan
biri yanıma yaklaştı sinir krizi geçirerek,
gözaltında tecavüze maruz kaldığını
anlattı.
İstisnasız o dönem
her kadın, gözaltına alındığında çıplak sorgulanıyor ve
cinsel tacize maruz kalıyordu. Erkekler de çıplak
sorgulanıyorlardı. Tabi kadınlar açısından
daha başka bir yanı var. Annelerinin, kardeşlerinin
bile yanında soyunmayan bir kadın
geleneğinden söz ediyorum. Polis sorgusunda bir kısmının
tecavüze maruz kaldıklarını öğrendim. Yine de çok sayıda kadın bu
konuda konuşmak istemiyordu.
Cezaevinden çıktıktan
sonra Kürdistan’da avukatlara karşı hak
ihlallerini araştırmak için Jutta Hermans isminde Alman, avukat
arkadaşım gelmişti. Bu konuda neler yapabiliriz diye
onunla konuştuk. Konuyu incelemek ve takip etmek üzere
bir büro oluşturmamız durumunda
yardımcı olacağı sözünü verdi ve öyle başladık.
Başladığımızda en
çok hak arama bilinci siyasi tutsak kadınlarda
gelişmiştir diye onlara yöneldik.
Bu nedenle cezaevlerini dolaşmaya başladık. Orada şunu gözlemledik.
Mesela birçok sol örgütten kadınla görüştüğümüzde
bize burjuva bir iş yaptığımızı söylediler. Biz devrimciyiz, direniriz, bu mücadeleye
bilerek girmişiz belirlemeleri bizlerde hayal kırıklığı
yarattı. Egemenimize ne kadar benzediğimizi
işte o zaman fark ettim.
O dönem
MED TV vardı ve MED TV’de bu çalışmamız üzerine
bizimle birkaç kez program yapıldı. Bu
yayınlar ardından Kürdistan’dan yığınla
başvuru almaya başladık.
Hangi yıldı?
1997 yılı.
Devlet, cinsel işkence ve tecavüzü Kürdistan’da bir
savaş politikası olarak uygulamıştı. Daha
sonrasında yazılı hukukta büyük
sorunlar olduğunu tespit ettik. 2005 yılına
kadar Türk Ceza Kanunu’nda
kadına yönelik şiddeti düzenleyen
bölümün başlığı “Genel Ahlak ve Aileye Karşı Cürümler” idi.
Ceza kanununda kadının adı ve cinsel taciz diye bir suç
yoktu. Tecavüzün tanımı çok yetersizdi. Bekâret
kontrolü sadece işkence olsun diye uygulanıyordu.
Örneğin Mardin’de 6 çocuklu
bir kadın müvekkilimize bekâret
kontrolü yapılmıştı.
2005 yılına
kadar TCK’da bir cinayetin namus nedeniyle işlenmesi
otomatikman cezai indirime yol açıyordu. Bu
da devletin namus cinayetlerini azmettirmesi anlamına
geliyordu. 2005 yılında kadınların mücadeleleri ve Avrupa Birliği sürecinin
etkisiyle önemli değişiklikler oldu. Hala yetersiz olmakla
beraber birçok kazanımlar elde ettik. Yazılı hukuka
bakarsanız kadınların kazandığı birçok hak var ama uygulamada kararlara yansımıyor. Hâkimler,
sözleşmeleri bilmiyorlar bu yüzden
de uygulama gerçekleşmiyor. Kısaca devlet aklı yazılı
hukukun önünde.
Ağustos
ayında ‘Avrupa Konseyi İstanbul
Sözleşmesi’ adlı çok önemli bir anlaşma
imzalandı. Sözleşme, kadınların lehine çok büyük
haklar sağlamakta. Ama bu sözleşmenin
imzalanması ardından Cumhurbaşkanı çıkıp 'kadın,
erkeğe emanettir', 'kadın ile erkek eşit
olamaz, bu insanın fıtratına aykırıdır' diyor. Bu anlaşmayı
imzalayan bir devletin cumhurbaşkanı bu tür açıklamalarda bulunamaz. İmzaların
hepsi görünürde, bunu bir hukuk devleti ciddiyeti içinde
maalesef uygulamıyorlar.
İnsan haklarına ilişkin uluslararası anlaşmalara Türkiye’nin imza atmasına karşın hayata geçirmede ayak diretmesi klasik bir yöntem. Bir de devletin imzalamadığı, çekince koyduğu anlaşmalar var. Örneğin BM’nin zorla kaybedilmelere karşı anlaşmanın imzalamaması gibi. Bu işlenen suçu fiili sahiplenme ve soruşturmayacağım anlamına gelmiyor mu?
Özellikle Kürdistan’da o
kadar çok gözaltında kaybetme olayı var
ki, devlet bunların ortaya çıkmasını istenmiyor ve zaman aşımını işletiyor.
20 yıl içinde fail ortaya çıkmazsa
bütün dosyalar zaman aşımına uğruyor.
Türkiye’nin zorla kaybedilmelere karşı sözleşmeyi
imzalaması durumunda zaman aşımı
ortadan kalkacak. BM anlaşmasında zaman aşımı yok. Türkiye’de
binlerce gözaltında kayıp davaları zaman
aşımına uğradı ve uğramaya da devam ediyor.
Barış süreci
diyorsak eğer, gerçek bir barış
olacaksa neden bu sözleşme imzalanmıyor. Kürt
halkının gözaltında binlerce kaybedilmiş insanı var.
Rıdvan Karakoç’un, Hüseyin Hasan Ocağın,
Fehmi Tosun’un akıbetleri ortaya çıkmadan
nasıl bir barış olacak? Böyle bir barışa
halk inanır mı?
Ayrıca gözaltında
kayıplar sadece Türkiye ve Kürdistan’la sınırlı değil. Kıbrıs’ta da
gözaltında kayıpların akıbetleri bilinmiyor.
Kıbrıs’taki kayıplar ne zaman oldu ve kimlerdi?
1974’de Kıbrıs
harekâtı sırasında başta Rumlar olmak üzere
muhalif Türklerin de olması
muhtemel. T.C devleti suçlarını gizlemeye devam ettiği sürece,
dayattığı barışa da kimse inanmaz.
Doğu Perinçek, ‘Ermeni soykırımı emperyalist bir yalandır’ demesi üzerine İsviçre yargısınca ‘ırkçı ayrımcılık’ gerekçesiyle cezaya çarptırılmıştı. Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi (AİHM) ise ‘ifade özgürlüğü’ vurgusu yaparak İsviçre’yi haksız bulmuştu. Davanın temyiz duruşmasına İnsan Hakları Derneği, Adalet Hakikat ve Hafıza Merkezi ve Toronto merkezli Uluslararası Soykırım ve İnsan Hakları Çalışmaları Enstitüsü ile birlikte müdahil olma talebinde bulunmuştunuz. Bu talebiniz AİHM tarafından kabul edildi. Sonrasında ne yaptınız?
Doğu
Perinçek’in İsviçre’de sadece 'Ermeni soykırımı olmamıştır'
demesine inanmıyoruz. Perinçek ve çevresi
kendilerine Talat Paşa Komitesi diyorlar. Talat Paşa hepimizin
bildiği gibi Ermeni soykırımının
mimarlarından ve uygulayıcılardan
biri. Açıkça kendilerini soykırımı yapan
tarafta görüyorlar. Bize göre
Talat Paşa Komitesi, Hrant Dink cinayetinin azmettiricisi
konumundadır. Hrant Dink, Orhan Pamuk davalarında gelip
defalarca gösteriler yaptılar.
Hepimize tehditler savurdular, 2005’te yapılan
Ermeni Konferansı’nda bizlere fiziksel saldırıda
bulundular.
Bu açıdan
Perinçek’in yaptığı bir düşünce
açıklaması olamaz. Ermenilere karşı şiddeti,
nefreti arttırmak ve kurumsallaştırmak için mücadele
ediyorlar. Yaptıkları çalışma kesinlikle düşünce özgürlüğü çerçevesinde
değerlendirilemez. Ayrıca bir insanlık suçunun övülmesi
ve yok sayılması bize göre düşünce hürriyeti
kapsamında değildir. Bizler ki, düşünceleri
nedeniyle zarar görmüş, bunun için bedeller ödemiş
insanlarız. Bunlardan dolayı Perinçek’in açıklamalarını düşünce özgürlüğü çerçevesinde
değerlendirmiyoruz. Perinçek’in İsviçre’deki yapmış olduğu o
konuşma, Türkiye’de birçok Ermeni’nin
korkmasına, sinmesine, evinden çıkamamasına
hatta şiddet görmesine, Hrant Dink’in ve
24 Nisan 2013’de Sevag Balıkçı’nın askerdeyken katledilmesine neden olmuştur.
İsimlerini belirttiğiniz örgütler
olarak AİHM’in kararının doğru olmadığını ve
davaya müdahil olmak istediğimizi
bildirdik ve kabul edildi. Ancak mahkemede yalnızca Doğu
Perinçek’in konuşma hakkı vardı, bu yüzden
mahkemeye katılmadık ama düşüncelerimizi yazılı
olarak sunduk. Şimdi kararı bekliyoruz.
HDP’den milletvekilliği adaylığı teklifi aldınız. Aday adayı mısınız?
Sağ olsunlar
arkadaşlarım birçok dönemdir öneriyorlar. İnsan
hakları mücadelesini temel alan biriyim, bu alandan çok
arkadaşımız siyasete girdi. Eski insan hakları
savunucularına toplumun ihtiyacı olduğunu düşünüyorum.
Ben bu alanda kalacağım. Siyaseti
tercih etmiyorum. Tabi ki gönlüm HDP’den aday olan arkadaşlarımla
Selahattin’le, Osman’la ve diğerleriyle.
Bir de kişisel
bir nedenim var. Düşüncelerimi çok açık söyleyen biriyim. Bugüne
kadar o kadar radikal konuştum ki, milletvekilliği
yeminini edemem diye düşünüyorum. Ama arkadaşlarımın yanındayım, HDP’nin
mecliste olmasını önemsiyorum. Dilerim ki yüzde on
barajını aşarlar ve meclise girerler.
Peki, seçimlerle ilgili tahmininiz nedir?
HDP’nin
barajı aşarak çok sayıda milletvekiliyle meclise girmesini
istiyorum. Birçok güvendiğim arkadaşım meclise girecek ve orada hepimizin sözcüsü
olacaklar. Ama açık söyleyeyim korkularım da
var.
Ne tür korkular?
Yüzde on
barajı Kürtlerin meclise girmesini engellemek için
kondu ve dünyanın hiçbir ülkesinde bu oran yok. Umarım aşılır ve
HDP meclise girer.
@cetin_ceko