Dönemin Bosnalı
Müslüman devlet başkanı Aliya İzzetbegoviç, uluslararası toplumun Sırp
ordusunun Bosnalı Müslümanlara saldırılarını engellemeleri ve bağımsızlıklarına
destek vermeleri amacıyla 1990 başlarında Washington’a bir ziyarette bulunur.
Siyaset bilimci Shlomo Avineri, “Self
determinasyon ve reel politikanın Kürtler ve Filistinliler üzerindeki
yansımaları”[1]
adlı makalesinde İzzetbegoviç’in bu
ziyaretine ilişkin bilgilere yer verir.
İzzetbegoviç’in
Washington’u ziyaret ettiği dönemde Birleşmiş Milletler (BM), Yugoslavya iç
savaşından dolayı taraflara silah ambargosu uygulamaktadır. Sarayevo, Sırp ordusunun ağır kuşatması altındadır. Bu ise
Sırp ordusunun silahsız Bosnalılar karşısında üstünlüğünün pekişmesine yol
açmaktadır. Bosnalı lider Izzetbegoviç’in Washington ziyareti böylesi bir
ortamda gerçekleşir.
Avineri,
İzzetbegoviç’in Washington’da resmi çevrelerde sempati dolu sözcükler
işittiğini, ama Sırp ordusunun saldırganlığı ve Bosna’nın bağımsızlığı
konusunda kendisine somut hiçbir yardım sözü verilmediğini belirtir. Resmi
çevrelerden destek umudunu kaybeden İzzetbegoviç, Washington’daki bir düşünce
kuruluşunun organize ettiği aralarında politikacılar ve gazetecilerin de
bulunduğu topluluğa halkının karşı karşıya olduğu durumu açıklayan bir konuşma
yapar. İzzetbegoviç, Bosnalı Müslümanların bağımsızlıklarının tanınması için
gerekli olan koşulların tümüne sahip olduklarını belirttikten sonra,
uluslararası ilişkiler konusunda nice seçkin teoriyi gölgede bırakacak bir yüz
ifadesiyle içini çekerek şunları söyler:
“Bizim Müslüman
değil de Kuzeyli Protestanlar olduğumuzu düşünün. İskandinav ülkelerindeki
kamuoyu hiç şüphesiz kendi hükümetlerine bize silah ve gönüllü göndermesi için
baskı yapacaktı. Minnesota ve Wisconsin’den gelen ABD senatörleri de, ABD’nin
müdahalesi için lobi faaliyetlerinde bulunacaklardı. Bosnalı Müslümanlar olarak
sorunumuz, dünyada hiçbir akrabamızın olmayışıdır. Bu yüzden gerek stratejik
olarak gerekse de dayanışma anlamında bize yardım etmek, kimsenin çıkarlarına
denk düşmemektedir.”
Toplantıda pek
çok kişinin Yahudi olduğunu fark eden İzzetbegoviç, hüzünlü bir şekilde “eğer
Amerika Birleşik Devletleri’nde beş milyon Bosnalı Müslüman olsaydı,
Amerikan’ın politikası da hiç kuşkusuz farklı olacaktı” diyerek konuşmasını
bitirir.
Avineri,
İzzetbegoviç’in modern tarihin pek çok kişinin göz ardı etmeyi tercih ettiği
önemli bir boyuta parmak bastığını belirtir. Bu boyut, bir ulusal hareketin
başarılı olabilmesi için jeopolitik müttefiklere ihtiyacı olduğudur. Böylesi
müttefiklerden yoksun olan bir ulusal hareketin çoğu zaman başarısız olduğu
tespitini yapar ve bunun reel politik ile yakından bağlantılı olduğunu
vurgular. Aviner, bu gerçekliğin de ulusal hareketin “anti emperyalist” duruşu ile self
determinasyon hakkının sorgulamasına yol açtığını belirtir.
İzzetbegoviç’in
Sırp ordusunun saldırılarını durdurma ve Bosna’nın bağımsızlığına ilişkin
uluslararası toplumdan destek arayışlarını, Güney Kürdistanlı yetkililerin
IŞİD’e karşı mücadele ve bağımsızlık konularında uluslararası toplumdan destek
arayışlarına benzetebiliriz.
Güney Kürdistan’ın uluslararası arenaya çıkışı
Güney
Kürdistan’ın uluslararası arenaya çıkışı, Saddam Hüseyin rejiminin Kürtlere
yönelik katliamları ve sivil göçleri önlemek amacıyla 1991 birinci Körfez
Savaşı ardından BM Güvenlik Konseyi’nin 688 kararıyla başlar. Bu karar ile 36.
paralelin kuzeyi yani Güney Kürdistan, Saddam Hüseyin rejimine ait uçakların
uçuşuna yasaklandı ve ABD’nin başını çektiği birleşik askeri Çekiç Güç göreve başladı. Bir yıl sonra
1992’de ise Irak’ın güney Şii bölgesi 32. paralel ile bu çerçevede uçuşa yasak
bölge ilan edildi.
688 sayılı BM
Güvenlik Konseyi kararında Kürtlerin ismi telaffuz edilmez. Bunun yerine “Saddam’ın zulmüne uğrayan Irak vatandaşları” olarak tanımlanırlar.
Bu da gösteriyor ki, uluslararası toplum o dönem Kürt, Kürdistan sorununu
bölgesel ve ulusal bir sorundan ziyade, mevcut egemen devletlerin insan hakları
ihlalleri düzeyinde ele almaktadır.
Güney Kürdistan
1991’den, Iraklı Şii Araplar ise 1992’den 2003`e kadar, yani Saddam’ın
devrilmesine kadar kendi iktidarlarını kurup, kendi bölgelerini bağımsız bir
şekilde yönettiler. Kürtler kendi topraklarında seküler demokratik bir sistem
kurmaya çabalarken, Şii Araplar Irak’ın güneyinde dini esaslar ağırlıklı,
teokratik bir düzen kurdular. Şiiler ile Kürtler arasında coğrafi bir
sınırdaşlık ve komşuluk olmadığı gibi, politik bağ da sadece Saddam karşıtı
muhalif güçler düzeyinde kalan cılız ve zayıf bir bağdı. Sünni Arap bölgesi ise
2003’e kadar Saddam’ın kontrollünde olduğu için Sünni Araplar yeni bir iktidar
deneyimi yaşayamadılar. Sünni Arapların yaşadığı deneyim 2014’de IŞİD’in Musul
ve çevresini işgal etmesiyle yaşanan acılı ve kanlı bir deneyim oldu. Sonuçta
Irak 1991’den itibaren fiilen bölündü.
2003’de Saddam’ın
devrilmesi ardından 2005’de referanduma sunulan yeni Irak anayasasıyla “birleşik Irak” tekrardan inşa edilmeye
çalışıldı. Kürtler, yeni anayasaya evet dediler. Çünkü 11 Mart 1970 Otonomi
Anlaşması’nın çökmesine neden olan başta Kürdistan idaresinden koparılan
bölgeler olmak üzere, doğal enerji kaynaklarının paylaşımı konularında Erbil
ile Bağdat arasında yeni anayasada çözümler mevcuttu. Ayrıca Irak anayasası,
Ortadoğu gibi bir coğrafyada teorik manada,
kâğıt üzerinde kalsa da bölge devletleri içinde federatif ve ademi merkeziyetçi
niteliği ile yetki devri ve güç paylaşımı konularında demokratik özelliğe sahip
anayasalardan biri olmayı sürdürmektedir.
Tüm bunlara
karşın Kürtlerin kendi geleceklerini belirleme haklarına ilişkin net ve açık
bir hüküm anayasada mevcut değildir. Sadece anayasanın giriş kısmının son
paragrafında “Irak’ı oluşturan grupların
özgür iradeleriyle bir araya geldikleri” vurgulanmaktadır. Kürtlerin özgür
iradelerinden ziyade, iradeleri dışında Irak’la birlikte oldukları artık
bilinen bir gerçektir. Kürtler bu vurguya atıfta bulunup, hukuktaki zıt kavram
ispatından hareketle “özgür” irademizle nasıl bir araya geldiysek, özgür irademizle de
ayrılmak ve bağımsız bir devlet olmak istiyoruz diyorlar.
Irak anayasası
yapılırken Kürtler, neden kendi geleceklerini belirleme hakkı konusunda
anayasada net bir tanımlamada ısrarcı olup olamadıkları 2005 şartları göz
önünde bulundurularak tartışıla bilinir. Güney Kürdistanlı yetkililerin yorum
ve açıklamalarından yola çıktığımızda 2005 anayasasında Erbil ile Bağdat
arasındaki tarihi ihtilafların çözümünde yer alan maddeler o dönem için yeterli
kazanımlardı ve anayasaya bir geçiş anayasası gözüyle bakıyorlardı.
Gelinen süreç
itibariyle Bağdat, anayasadaki yükümlülüklerini yerine getirmediği gibi,
Kürdistan federe bölgesine askeri, ekonomik ve siyasi ambargo uygulamaya
başladı. Anayasa’nın 140. maddesinde yer alan, başta Kerkük olmak üzere
Kürdistan idaresinden koparılan bölgelerde en geç 2007’de referanduma gidilmemesi,
Kürdistan’ın payına düşen yüzde 17’lik payın tırpanlanması, IŞİD ile savaşta
peşmergeye silah ambargosu ve benzeri konular, anayasanın tek taraflı ihlalinde
her iki başkent arasındaki belli başlı sorunlardır. Güney Kürdistan açısından
bu durumun ekonomik açıdan negatif etkileri olmakla birlikte, siyasal alanda,
bağımsız defecto devlet statüsü kazanmasına, Bağdat’ı baypass ederek
uluslararası şirketlerle ekonomik anlaşmalar imzalamasına katkısı olduğunu
vurgulamak gerekir.
Yapılması gereken ev ödevleri
Güney
Kürdistan’ın ajandasında bağımsızlık referandumu gündemin birinci sırasına
oturan öncelikli konuların başında gelmektedir. Uzun bir süredir belirsizliğini
koruyan referandum tarihi, nihayet Kürdistan Federe Başkanı Mesud Barzani’nin
başkanlığında 7 Haziran’da siyasi partilerle yapılan toplantıda belirlendi. Eğer
bir erteleme olmazsa 25 Eylül 2017 tarihinde Kürdistan Bölgesi ve Kürdistan
idaresinden koparılan bölgelerde referandum yapılacak. Siyasal güçlerin ve
Kürdistan halklarının referandum ve bağımsızlığa karşı tavırları pozitiftir.
2005 yılında 275 sandalyeli Irak Meclisi için yapılan genel seçimlerde
Kürdistan'da gayri resmi referandum sandıkları kurulmuş ve sandıktan yüzde 99
bağımsızlığa evet çıkmıştı. Bununla beraber, toplanan 2 milyona yakın imzayla
Birleşmiş Milletlere başvuruda bulunularak, Kürdistan’ın bağımsızlığı için
referandum talep edilmişti.
Bağımsız devlet
yolunda meşruiyet ve demokratik normlar açısından yerine getirilmesi gereken
olmazsa olmaz ev ödevleri mevcuttur. En önemli sorun Kürdistan parlamentosunun
uzun bir süredir işlevsiz olmasıdır. Hükümeti, yürütmeyi denetleyen kurum
parlamentodur. Parlamentonun işlevsiz kılınmasıyla, denetleme mekanizması da
ortadan kalkmıştır. Bu ise hem demokratik temayüller hem de bağımsızlık süreci
açısından ciddi bir problemdir. Bağımsızlık referandumu tarihinin belirlendiği
toplantıda 6 Kasım 2017’de hem parlamento hem de başkanlık seçimlerinin
yapılacağı kararı da alındı. Söz konusu krizin aşılması yönünde alınan bu karar
önemli bir adımdır.
Bunun yanında
uzun bir süredir çalışması sürdürülen peşmergenin partilerin silahlı gücü
olmaktan çıkartılarak, tek bir merkezde ulusal ordu olarak kurumsallaşması ile
ekonomide suiistimal ve yolsuzlukla mücadele konularının öncelikle
sonuçlandırılması gerekir. Özellikle ekonomide kamu vicdanı, şeffaflık ve temiz
bir toplum açısından suçluların konumları ve nitelikleri ne olursa olsun,
adalet önüne çıkarılarak hesap vermelerinin sağlanması gerekir.
Aşılması gereken
önemli bir sorun da Kürdistanlı siyasal güçlerin kendi aralarındaki
ilişkilerdir. Kürdistanlı siyasal güçler birlikte bir masanın etrafında
oturabilme ve sorunlarını aracılar olmadan, diyalog ve müzakere ile çözebilme
becerisi ve olgunluğunu gösterebilmelidirler. Bu demokrasi geleneği ve kültürü
ile siyasi istikrar açısından hem iç hem de dış kamuoyuna güven verecek önemli
bir görüntüdür.
Bağımsızlık süreci ve olası yol haritası
Güney Kürdistanlı
yetkililer Erbil ile Bağdat arasında hükümranlık haklarının paylaşımında
sıklıkla Çekoslovakya deneyimine atıfta bulunmaktadırlar. Çekoslovakya deneyimi
dünyada bir istisnadır. Çekler ve Slovaklar referanduma bile gerek duymadan
hükümranlığı paylaşmışlardır. Aralarında ne bir sınır ihtilafı ne de enerji ve
ekonomik kaynakların paylaşımında anlaşmazlıklar olmuştur. Oysa şuan ki
birleşik Irak içinde Erbil ile Bağdat arasında belli başlı problemlerin başında
sınır ihtilafı, enerji ve ekonomik kaynakların paylaşımı gelmektedir.
Bağımsızlık müzakereleri başladığı zaman bu konular gündemin değişmeyen başlıkları
olarak devam edecektir. Güneyli yetkililer Çekoslovakya modeline atıfta
bulunurlarken vurgulanmak istenenin; Ortadoğu coğrafyasında gözyaşı, kan ve
şiddet ile çözülmeye çalışılan sorunların, bir farkındalık yaratılarak diyalog
ve müzakereyle çözülmesi ve bu kötü geleneğe son verilmesi biçiminde okumak
gerekir.
Bir kısım Şii ve
Sünni çevreler Kürtlerin kendi geleceklerini belirleme hakkını destekleyen
beyanlarda bulunmaktadır. Dönemin Irak Cumhurbaşkanı Yardımcılarından İyad
Allavi’nin, “ülkede bölünmenin kapıda
olduğunu ve Kürtlerin kendi geleceklerini tayin hakkına sahip oldukları”
açıklamasını buna örnek verebiliriz. Bağdat’tan yapılan beyanlar ise, bu
sürecin hiç de kolay olmayacağı işaretini vermektedir.
Bağdat’ın ikna
olması veya edilmesi durumunda birçok konuda Kürtlerin eli hem kuvvetlenecek
hem de rahatlayacaktır. En başta Türkiye ve İran’ın kendi Kürt sorularından
kaynaklanan bağımsız Kürdistan karşıtlığı “Irak’ın
toprak bütünlüğünün parçalanması bölgede istikrarsızlık yaratacaktır” tezi
çökmüş olacaktır. Zaten Güney Kürdistanlı yetkililer “bağımsızlık Erbil ve Bağdat’ı ilgilendiren bir konudur” diyerek,
Ankara ve Tahran'ın benzer çıkışlarının önünü kesmeye çalışmaktadırlar. Bu
açıdan Güneyli siyasal güçlerin enerjilerini Bağdat’ın Kürdistan’ın
bağımsızlığına ikna edilmesine vereceklerini söyleyebiliriz.
Bağımsızlık
referandumundan evet sonucu çıkacaktır. Büyük bir ihtimalle Bağdat, anayasaya
aykırı diyerek çıkan sonucu tanımayacaktır. Kürtler ise anayasaya aykırı
olmadığı, ulusların kendi geleceklerini belirleme hakkı çerçevesinde evrensel
ve yerel hukuk açısından çıkan sonucu savunacaklardır. Bu durum İspanya’da
Katalanların defalarca gerçekleştirdikleri bağımsızlık referandumlarının Madrid
tarafından yasal kabul edilmemesi gibi benzer bir süreci başlatabilir.
Uluslararası
toplumun IŞİD karşıtı yekvücut mücadelede
Güney Kürdistan’a askeri ve ekonomik desteklerini, Kürdistan’ın bağımsızlığına
da destek diyerek okumak bizleri yanıltıcı sonuçlara götürebilir. Almanya
Dışişleri Bakanı Sigmar Gabriel’in, Federal Kürdistan yönetiminin 25 Eylül’de
yapacağı bağımsızlık referandumunu, “Irak’ın
bütünlüğünü tehlikeye atmak, sınırları yeniden çizmeye kalkmak doğru bir yol
değil” değerlendirmesi ve daha önce de Başbakan Angela Merker’in “Irak’ın toprak bütünlüğü korunmalıdır”
görüşü bu tespiti doğrulamaktadır. Almanya gibi bir kısım batılı devletlerin
öncelikli sorunu, IŞİD tehlikesini başta güvenlik olmak üzere, siyasi ve
ekonomik açılardan Avrupa’da etkilerini azaltma ve yok etmeye çalışmaktır.
Çünkü bölgedeki iç savaşlar nedeniyle Avrupa’ya sığınmacı akımı, batıda
ırkçılığın artmasına, aşırı sağcı güçlerin güçlenmesine, iktidardaki muhafazakâr,
liberal ve sosyal demokrat partilerin güç kaybına neden olmaktadır. Güney
Kürdistan’ın mevcut statüsü bu devletlerin kendi iç dengeleri ve bölgenin dış
dengeleri açısından şu an için çıkarlarına uymaktadır. Bu açıdan uluslararası
toplumun Güney Kürdistan’ın bağımsızlığına ilişkin dikkatli yaklaşımını,
Kürtlerin de dikkatli analiz etmeleri gerekir.
Güney
Kürdistan’ın bağımsızlığı hakkında Rus lider Putin’in, “bunun Irak’ın iç bir sorunu olduğu, Irak halklarının vereceği karara
saygı duyarız” açıklaması, uluslararası toplumda ağırlıklı şekilde
dillendirilen diplomatik yaklaşımdır. Kuşkusuz her devletin öznel Ortadoğu
politikası içinde Kürdistan sorununa ilişkin siyaseti elbette ki mevcuttur.
Bağımsızlık
referandumunun 25 Eylül’de yapılacağının ilanı ardından Irak, bunun tek taraflı
bir adım ve anayasaya aykırı olduğu açıklamasını yaptı. Irak devlet başkanı
Haydar Abadi’ye göre “ABD, Irak’ın tek
parça olarak kalmasından yanadır.”
ABD Dışişleri
Bakanlığı Sözcüsü Heather Nauert, bağımsızlık referandumuyla ilgili verdiği
demeçte, “Biz daha önce de bu konuyu
konuştuk. Birleşik, istikrarlı, demokratik ve federal bir Irak’ı destekliyoruz.
Irak Kürdistanı’nın meşru özlemlerini anlıyor ve takdir ediyoruz. Kürt
bölgesindeki yetkililere, şu an için bağlayıcı olan bir karar olmasa bile
referanduma gitmenin, önceliklerden kaçınılacağına yol açacağı endişelerimizi
aktardık. Bu öncelikler, IŞİD’in yenilgiye uğratılması, istikrar sağlanması,
yerinden olmuş kişilerin geri dönüşü, bölgedeki ekonomik krizden kurtulmak ve
bölgenin iç siyasi uyuşmazlıklarını gidermektir.” Bu değerlendirme farklı açılardan okunabilir.
Birinci okuma; “birleşik Irak”
vurgusuyla ABD’nin bağımsız Kürdistan’a karşı olduğu söylenebilir. İkinci okuma
ise, IŞİD ile savaştan dolayı bölgedeki mevcut durumun şuan için buna müsaade
etmediği, ancak yapılacak referandumun Kürtlerin bağımsızlık taleplerinin
uluslararası topluma ilanı ve zamanı geldiğinde bağlayıcı adımın atılmasıdır.
ABD’nin Irak
modelinin başarısız bir model olduğu öteden beri tartışılmaktadır. Bu modelin
Suriye’de uygulanması durumunda da aynı sonuçla karşılaşılacağı uyarı
mahiyetinde hep vurgulanmaktadır. ABD kamuoyunda bu konuda yoğun iç tartışmalar
olmakla beraber, Washington bu tartışmayı bölgedeki olağanüstü hal nedeniyle
gündemine almamaktadır. Fakat bunun yarın gündemine alıp tartışmayacağı
anlamına gelmemektedir. Bağımsızlık referandumu ile Kürtler, ertelenen yeni
Irak modeli tartışmasını öne çektiler. Washington ise şuan için bunun öne
çekilmesini istemediğinden mevcut konjonktürü ileri sürerek orta bir yol
izlemeye çalışmaktadır.
Güneyli
yetkililerin ABD temaslarındaki izlenimlerine göre, demokratlardan ve
cumhuriyetçilerden gerek Kongre’de gerekse Senato’da önemli oranda
politikacının Kürdistan’ın bağımsızlığına destek verecekleri yönündedir.
ABD’nin 1975 Cezayir Anlaşması’ndaki negatif rolü nedeniyle Kürtlere yapılan
tarihi haksızlıktan dolayı borcu olduğu, bu borcun ödenmesi zamanının geldiği
ifade ediliyor. Ayrıca niyeti öyle olmasa da dönemin ABD Başkanı George W. Bush’un 2003 yılında Irak’ı işgal emrini
verdiğinde Irak’ı bölmüş olduğunu yazan ve söyleyen birçok çevre mevcuttur.
Yine Güneyli
yetkililere göre, Kürdistan Federe Başkanı Mesud Barzani’nin Kürdistan’ın
bağımsızlığına ilişkin yaptığı yurt dışı temaslarında, çok sayıda ülkenin
Kürdistan’ın bağımsızlığına destek verdiği belirtilmektedir. Örneğin İsrail ve
İsveç, Kürdistan’ın bağımsızlığını ilan etmesi durumunda tanıyacaklarını resmi
olarak açıklayan devletler arasında yer almaktadırlar. Arap ülkeleri cephesinde
ise özellikle Ürdün’ün hem devlet hem de kamuoyu nezdinde “Kürdistan’ın bağımsızlığına Arapların destek vermeleri gerekir”
yaklaşımı biliniyor. Önemli bölge devletlerinden Suudi Arabistan ise soruna mezhepsel
açıdan yanaşarak, Şii ağırlıklı İran yanlısı birleşik bir Irak yerine,
parçalanmış Irak siyasetini gizlemeyerek bağımsızlık adımını açıktan
destekliyor.
Bağımsızlık
referandumunu Kürdistan’ın bağımsızlığı yolunda atılan ilk adım ve Kürtlerin
meşru taleplerinin dünyaya ilanı olarak görüp değerlendirmek gerekir. Belki de
Kürdistan daha birçok bağımsızlık referandumlarına gebe olacaktır. KDP
Politbüro Üyesi Hoşyar Zebari’nin,
“Referandum yapıldıktan bir gün sonra devlet kurulmayacak. Devlet süreci
referandumdan çok çok daha zor ve riskli bir süreç” ifadesi, bağımsızlık
sürecini kısaca özetleyen önemli bir değerlendirmedir. Güney Kürdistan’ın
bağımsızlık ilanına uluslararası toplumdan özellikle de ABD’den ara bir çözüm
alternatifi gündeme gelebilir. Bu senaryo; Irak’ın ikili federe bir yapıdan
Şii, Sünni ve Kürtlerden oluşacak üçlü konfedere bir yapıya dönüşmesidir.
Kuşkusuz bu seçenek Kürdistan’ın Irak’ın bölgesel bir bileşeni yerine, üç
devletten biri olarak konfedere Irak’ın bir parçası olduğu anlamına gelecektir.
Kürdistan otomatikman birliğe üye devlet statüsü kazanacaktır.
Konfedere
birliklerde ayrılma hakkı uluslararası sözleşmelere göre saklıdır. Üye devletlerden
biri konfedere birlikten ayrılmak istediğinde bu hakkı bloke eden veya
engelleyen hiçbir şart yoktur. Doğal olarak bir kez daha işlemeyen bu sürecin
ardından Kürtler, Bağdat’a ve uluslararası topluma birleşik Irak için konfedere
model de dahil bütün çözüm yollarını denediklerini, fakat kalıcı bir çözüme
ulaşamadıklarını, bundan sonra iki ayrı dost komşu ülke olarak
kalabileceklerini bugün olduğu gibi yarın da dile getireceklerdir.
Kuşkusuz Kürdistan’ın
olası bağımsızlığı mevcut deneyimler dışında, kendine özgü farklı bir yol da
izleyebilir. Bu açıdan çözüm modeli şudur demek doğru ve realist bir
değerlendirme olmaz. Fakat kesin olan, kartların yeniden karıldığı Ortadoğu’da
Kürtlerin bağımsızlık yolculuğu tüpten çıkan macuna benzemektedir.
(*) “Güney Kürdistan bağımsızlık referandumu ve
sonrası” Deng Dergesi 106. sayısında yayımlanmıştır.
[1] Sholomo Avineri, Self determinasyon ve
reel politikanın Kürtler ve Filistin üzerindeki yansımaları, Disset Magazine,
İngilizceden çeviri Cemal Atila, Serbesti dergisi, güz 2005, s.31-35
özetlenmiştir.