Öcalan-Ankara diyaloğu: müzakere mi, manevra mı tuzak mı?

Eğer Türk devleti, Abdullah Öcalan ve DEM, süreci yalnızca “milli ve yerli” bir zeminle, yani tamamen “made in Turkey” bir modelle yürütmekte ısrar ederlerse, bu yaklaşımın Kürt sorununu çözmekten çok, özellikle PKK çizgisindeki Rojava ve Doğu Kürdistanlı siyasi güçleri etkisizleştirmek ve Kürtlerin uluslararası aktörlerle olan ilişkilerinin izole edilmesini amaçlayan sınırlı bir güvenlik projesine dönüşmesinden öteye gitmeyecektir. Kürt halkının tarihsel ve kolektif taleplerini dışlayan her çözüm denemesi, yalnızca çatışmanın biçim değiştirmesine neden olacak, barışı ise her seferinde daha da zorlaştıracaktır.
Abdullah Öcalan’ın 27 Şubat’ta Halkların Eşitlik ve Demokrasi Partisi (DEM) Parti İmralı Heyeti aracılığıyla yaptığı yazılı çağrı ile kamuoyuna sunulan videolu mesajının içeriği büyük ölçüde örtüşmektedir. 27 Şubat’taki açıklamada Öcalan, PKK’nin silahlı mücadelesine son vermesi ve örgütün kendisini feshetmesi gerektiğini dile getirmektedir. Ayrıca Kürtlerin bağımsız devlet, federasyon, siyasal ya da kültürel özerklik taleplerinin günümüz sosyolojik koşullarında bir karşılığının kalmadığını savunmaktadır. Bu söylemlere ek olarak Öcalan, yayımlanan videoda “Varlık tanınmış, dolayısıyla ana amaç gerçekleşmiştir” demektedir. Ancak bu ‘tanınmanın’ herhangi bir hukuki ya da siyasi kanıtını sunmadığı gibi Türkiye’deki Kürt gerçekliği ile bağdaşmadığı açıktır.

Öcalan’ın dile getirdiği bu görüşlerin esasen Türk devletinin uzun süredir savunduğu resmi söylemle örtüştüğü görülmektedir. Türkiye Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan ve iktidar partisi AKP, Kürt meselesine dair söylemlerinde sıklıkla “Kürt sorunu çözülmüştür; geriye yalnızca bir terör sorunu kalmıştır” tezini işlemektedir. Bu çerçevede, Öcalan’ın açıklamalarının da aynı diskurla paralellik taşıdığı gözlemlenmektedir. Ancak bu yaklaşımın asıl hedefinin Kuzey Kürtlerinden ziyade Rojava Kürdistanı olduğu aşikardır. Nitekim amaç, Suriye’nin yeniden yapılanma sürecinde Kürtlerin federal ya da âdem-i merkeziyetçi bir statü kazanmasının önüne geçmek; aynı zamanda başta ABD olmak üzere uluslararası aktörlerle Rojava’daki özerk yönetim arasında ilişkileri sonlandırmaktır.

Bu bağlamda, Öcalan’ın söz konusu söylemi içtenlikle savunduğu varsayılsa dahi, PKK çizgisindeki örgütsel yapıların özellikle Rojava ve Doğu Kürdistan’daki yapılanmaların bu yaklaşımı benimsemediği görülmektedir. Nitekim Öcalan’ın 27 Şubat tarihli çağrısından kısa bir süre sonra, Rojava Kürdistanı’nda PYD’nin de içinde yer aldığı TEV-DEM ile ENKS, Suriye’de Kürtlerin federal bir statü talebini içeren ortak bir mutabakat metni imzalamışlardır. Aynı şekilde, Doğu Kürdistan’da PKK çizgisinde konumlanan Partiya Jiyana Azad a Kurdistanê (PJAK), İran içinde federal bir yapı çerçevesinde Kürtlerin ulusal ve demokratik haklarını savunduğunu açıklamış; Öcalan’ın PKK’yi feshetme yönündeki çağrısının kendilerini bağlamadığını belirtmiştir.

Dolayısıyla, Öcalan’ın açıklamaları, ideolojik düzlemde ne PYD ne de PJAK tarafından kabul görmemiş; sahadaki reel politik gelişmelerle Öcalan’ın söylemi arasında ciddi bir uyumsuzluk ortaya çıkmıştır. Bu durum, hem Türk devleti hem de Öcalan tarafından dile getirilen çözüm perspektifi ile Kürt siyasi aktörlerinin sahadaki talepleri ve yönelimleri arasındaki derin makasın açık bir göstergesidir.

Türkiye’de Kürt ve Kürdistan meselesi, yalnızca ulusal ya da bölgesel bir sorun olmanın ötesinde, Türk devletinin kuruluş paradigması, siyasal rejim tercihleri ve bölgesel jeopolitiği doğrudan etkileyen çok katmanlı bir olgudur. 1984’te PKK’nin silahlı mücadeleye başlamasıyla militarize bir hâl alan Kürt sorunu, zaman içinde hem iç hem de dış politik dengelerin belirleyici unsurlarından biri hâline gelmiştir. Silah bırakma, müzakere ve barış girişimleri ise genellikle devletin güvenlik öncelikleri ile Kürtlerin siyasal talepleri arasında sıkışıp kalmıştır.

PKK’nin Kuzey Kürdistan’da silahlı mücadeleye son vermesi, çatışmanın şiddet sarmalından çıkarılması bakımından önemli ve olumlu bir adımdır. Ancak bu gelişme, tek başına Türk devletinin Kürt halkının kolektif ulusal ve demokratik haklarını tanıyacağı yönünde bir adım veya gösterge olarak değerlendirilemez.

Nitekim bu bağlamda, taraflar arasında süregiden görüşmelerin içeriği ve niteliği konusunda dahi ortak bir anlayışın oluşmadığı görülmektedir. Türk devleti, PKK’nin silah bırakma sürecini "terörün sona erdirilmesi" ve "milli güvenliğin tesisi" ekseninde yorumlarken, PKK lideri Abdullah Öcalan ve DEM, bu süreci "demokratik çözüm" ve "barış inşası" olarak tanımlamaktadır. Bu terminolojik farklılık, yalnızca retorik düzeyde değil, aynı zamanda sürecin hedefleri, kapsamı ve nihai sonucu konusundaki yaklaşım farkını da yansıtmaktadır.

PKK’nin silah bırakması ve örgütsel varlığına son vermesi yönündeki olası adımlara karşın, Türk devletinin bu sürece karşılık olarak somut ve güvence altına alınmış herhangi bir demokratik reform vaadinde bulunmamaktadır. Makalenin girişinde de ifade edildiği üzere devlet tarafından başlatılan bu tür süreçlerin ardında yatan motivasyon, büyük ölçüde bölgesel jeopolitik dinamiklerin şekillendirdiği stratejik kaygılarla ilişkilidir.

Özellikle Suriye’deki iç savaşın ardından Kürtlerin elde ettiği siyasal ve askeri kazanımlar ile İsrail’in İran ve vekil güçlerine yönelik saldırıları Türkiye açısından bir güvenlik tehdidi olarak algılanmakta ve bu durum, Ankara’nın Kürt sorununa yönelik mevcut politikalarını yeniden düzenleme ihtiyacı doğurmaktadır. Ancak bu yeniden düzenleme, çoğunlukla Kürtlerin ulusal demokratik taleplerinin karşılanmasından ziyade, Türkiye’nin bölgedeki nüfuzunun zayıflamasını engelleme ve iç kamuoyuna yönelik güvenlikçi söylemleri pekiştirme yönünde şekillenmektedir.

Geçmişte Türk devlet aygıtı içerisinde yer alan farklı siyasi aktörler ve bürokratik odaklar, Kürt sorununu büyük ölçüde kendi aralarındaki iç hesaplaşmaların dışında tutmuş ve meseleyi daha çok ulusal güvenlik ve devletin bekası ekseninde ele almışlardır. Bu yaklaşım, yalnızca Kürt sorunuyla sınırlı kalmayıp, Kıbrıs meselesi ve 1915 Ermeni Soykırımı gibi tarihsel meselelerin inkâr ve bastırma politikalarıyla paralel bir şekilde yürütülmesiyle karakterize olmuştur.

Ancak günümüzde Kürt sorunu, devlet içindeki siyasi aktörler ve farklı iktidar blokları arasında karşılıklı baskı unsuru olarak kullanılabilen bir araca dönüşmüştür. Bu bağlamda Kürt meselesine dair atılan adımlar, yalnızca Türkiye’nin ulusal çıkarları ya da güvenlik kaygıları çerçevesinde değil, aynı zamanda Türkiye Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan’ın kişisel siyasi geleceği ile Adalet ve Kalkınma Partisi (AKP) iktidarının sürekliliği açısından da stratejik bir manivela olarak kullanılmaktadır.

İç barış söylemleriyle bezenmiş iktidar söylemine rağmen, son altı aya kadarki süreçte Halkların Demokratik Partisi (HDP) ve onun ardılı DEM Parti’ye yönelik baskı politikalarının sürdürülmesi, aynı zamanda ana muhalefet partisi CHP’nin kriminalize edilmesine yönelik söylemler ve gazetecilerin tutuklanması gibi uygulamalar, bu söylemin inandırıcılığını ciddi biçimde zedelemektedir. Bu çelişkili tutum, Kürt meselesinin çözümüne dair siyasi iradenin samimiyetini sorgulattığı gibi, meselenin temelinde toplumsal barış ihtiyacının değil; iktidarın siyasal geleceğini güvence altına alma çabasının bulunduğunu göstermektedir.

Bu bağlamda, Kürt sorununda adil ve kalıcı bir çözümü hedeflemekten uzak mevcut süreçte, müzakerelerin şeffaflaşmasını veya uluslararası bir arabulucu ya da üçüncü taraf gözlemcinin dahil olmasını ne Türk devleti ne de PKK lideri Abdullah Öcalan arzu etmemektedir. Sürecin dış müdahalelerden arındırılmış, tamamen iç dinamiklere dayalı bir biçimde yürütülmesi yönündeki bu tercih, Ankara’nın kendi stratejik çıkarlarını koruma kaygısıyla ilişkilidir. Ancak Abdullah Öcalan’ın bu süreci, özellikle Rojava Kürdistanı’nda faaliyet gösteren Demokratik Suriye Güçleri’nin (SDG) uluslararası ilişkilerini bir pazarlık unsuru olarak kullandığı da dikkat çekmektedir. Öcalan’ın, İmralı’ya giden DEM heyetine, SDG’nin İsrail, Kandil’in ise İran’ın etkisi altında olduğu yönündeki değerlendirmeleri görüşme tutanaklarına yansımıştır. Aynı şekilde, İmralı heyetinde yer alan ve daha sonra yaşamını yitiren Sırrı Süreyya Önder de, "Şu an çözersek iki tarafla çözeceğiz; bu fırsatı da kaçırırsak 72 taraf müdahil olacak" şeklindeki ifadeleriyle, sürecin daha fazla uluslararasılaşmasının devlette yarattığı korkuya dikkat çekmiştir.

26 Haziran’da Londra’da düzenlenen “Türkiye, Kürtler ve Ortadoğu’nun Bugünü Barış ve İstikrara Giden Yol” başlıklı sempozyuma katılan DEM Parti Eş Genel Başkanı Tuncer Bakırhan, konuşmasında şu ifadelere yer verdi: “Başta Birleşik Krallık olmak üzere Avrupa Birliği ülkelerinin, çözüm sürecine katkı sunan bir pozisyonda yer almasını temenni ediyoruz. Birleşik Krallık’ın Ortadoğu’ya ilişkin tarihsel birikimi ile bizim barış ve çözüm odaklı yaklaşımımız bir araya geldiğinde, güçlü ve işlevsel bir ortaklık zemini oluşabilir. Bu ortaklık, hem Kürt sorununun çözümüne hem de bölgesel istikrarın sağlanmasına önemli katkılar sunabilir.”

Bakırhan’ın, Türk devletinin PKK lideri Öcalan ile sürdürdüğü diyalog sürecine Birleşik Krallık ve Avrupa Birliği’nin aktif biçimde dahil olmasını öneren açıklaması; Ankara, Öcalan ve DEM Parti içerisindeki bazı yöneticiler nezdinde rahatsızlık yarattığı ileri sürülmektedir.

Hem Abdullah Öcalan hem de devlet kanadı, özellikle Suriye Demokratik Güçleri’nin (SDG) uluslararası toplumla kurduğu ilişkileri sınırlandırmak amacıyla, soyut ve ideolojik temelli bir anti-emperyalist söylem inşa etmeye çalışmaktadır. Her ne kadar bu söylem dış müdahalelere karşı bir direnç biçimi olarak sunulsa da, esasen Kürtlerin bölgesel güç dengeleri içerisindeki destek ağlarını zayıflatmayı ve bu ilişkileri kesmeyi hedefleyen stratejik bir araç işlevi görmektedir. Bu durum, Kürt siyasi hareketinin uluslararası sahada giderek yalnızlaştırılmasına ve bölgesel güç asimetrisinde ellerinin zayıflamasına yol açabilecek riskler barındırmaktadır.

Abdullah Öcalan’ın, İsrail’in Kürt siyasi aktörlerle geliştirebileceği muhtemel ilişkileri ve işbirliği girişimlerini engelleyebilecek yegâne güç olarak kendisini Türk devletine sunması, yalnızca bireysel bir narsisizm örneği olarak değerlendirilmemelidir. Bu türden bir söylem, aynı zamanda Türkiye'nin Kürt siyasi hareketlerini uluslararası ve bölgesel aktörlerden tecrit etme stratejisi bağlamında okunmasını gerektirir.

Öcalan’ın bu yaklaşımı, bir yandan kendi politik meşruiyetini Ankara nezdinde yeniden üretme çabasını yansıtırken, öte yandan Ankara'nın Kürt siyasal alanını dış dinamiklerden izole etme yönündeki tarihsel eğilimleriyle örtüşmektedir. Bu bağlamda, Öcalan’ın söylemi, yalnızca kişisel bir pozisyon alış değil, aynı zamanda devletin güvenlik merkezli dış politika refleksidir.

Rojava ve Güney Kürdistan’da başta Amerika Birleşik Devletleri olmak üzere küresel aktörlerin Kürtlere yönelik desteğini çekmeleri durumunda, Kürtlerin Ankara, Bağdat, Şam ve Tahran’ın artan baskısına ve mevcut kazanımlarını kısa sürede yitirme riskiyle karşı karşıya kalmaları kuvvetle muhtemeldir.

PKK’nin silah bırakması ve örgütsel varlığını sona erdirmesi, eğer gerçekten Kürt halkı açısından kalıcı ve adil bir barışın sağlanmasına, Ankara tarafından kolektif siyasal ve kültürel haklarının tanınmasına vesile olacaksa, bu doğrultuda dünya deneyimlerinden neden yararlanılmamaktadır? Kuzey İrlanda, Güney Afrika, Kolombiya ve benzeri örneklerde görüldüğü üzere, çatışma çözüm süreçleri ancak şeffaf, çoğulcu, tarafların eşit temsiline dayalı ve uluslararası normlarla uyumlu mekanizmalarla başarıya ulaşabilmiştir.

Türkiye ve Kürdistan’daki çatışma dinamikleri farklılıklar arz etse de, bu örneklerin sunduğu müzakere yöntemleri ve barış mimarileri yol gösterici olabilir. Eğer Türk devleti, Abdullah Öcalan ve DEM, süreci yalnızca “milli ve yerli” bir zeminle, yani tamamen “made in Turkey” bir modelle yürütmekte ısrar ederlerse, bu yaklaşımın Kürt sorununu kapsamlı biçimde çözmekten çok, özellikle PKK çizgisindeki Rojava ve Doğu Kürdistanlı siyasi güçleri etkisizleştirmek ve Kürtlerin uluslararası aktörlerle olan ilişkilerinin izole edilmesini amaçlayan sınırlı bir güvenlik projesine dönüşmesinden öteye gitmeyecektir.

Türkiye’de Kürt sorununa yönelik müzakere girişimleri, sıkça değişen iç siyaset dinamikleri, bölgesel güç dengeleri ve uluslararası ilişkilerle doğrudan bağlantılı olarak şekillenmektedir. Silahlı mücadeleye son verilmesi, barışçıl çözüm için elzem bir önkoşul olsa da, bu adımın tek başına yapısal ve kalıcı bir dönüşüm yaratması mümkün değildir.

Taraflar arasında güven inşasını önceleyen, Kürtlerin tüm siyasal ve toplumsal kesimlerinin katılımı ile eşitlikçi ve çoğulcu bir çerçeve ile desteklenen; uluslararası çatışma çözümlerinden tecrübeler ve dersler çıkaran, şeffaflığa dayalı bir müzakere ve barış süreci inşa edilmedikçe, girişimler yalnızca geçici siyasi manevralar olarak kalmaya mahkûmdur. Kürt halkının tarihsel ve kolektif taleplerini dışlayan her çözüm denemesi, yalnızca çatışmanın biçim değiştirmesine neden olacaktır.

X: @cetin_ceko
Etiketler

#buttons=(Kabul etmek!) #days=(20)

Web sitemizde çerezler kullanılmaktadır.Daha fazla bilgi edin
Accept !
Yukarı Git