Şeyhmus Diken ile söyleşi

Diyarbekir'den Avrupa Birliği'ne, sözlü tarihten yazılı tarihe, TRT Şeş'ten yerel seçimlere, Kürt Belediyeciliği'nden Ergenekon'a, yayınlanmamış kitap ve çalışmalarına dair sorularımızı araştırmacı yazar, aktif sivil toplumcu, Diyarbekir'ın Sır Katibi Şeyhmus Diken yanıtladı.


“Birçok siyasetçi Diyarbekir’in yolunu bir yerlerden geçirdi. Bu bir gerçeklik! Oysa Diyarbekir’in yolu hiçbir yerden geçmiyor. Diyarbekir’in yolu bizatihi kendisinden geçiyor.”

“trt şeş’e program yapmaya giden İstanbul’u mesken edinmiş Kürtlere ancak şunu diyebilirim. Ki içlerinde yıllardır tanıdığım seslerini duruşlarını bildiğim “arkadaşlar” da var. Acele ettiler.”

“Gerçi kimi AKP çevreleri seçimlere bir ay kala gibi AKP’nin Kürt oylarından da alabileceği kadarını koparmak için kimi 'hamleler' yapacağına dair söylemleri özel sohbetlerde 'sürprizlerimizi bekleyin' diyerek dillendiriyorlar. Umarız 20 yıllık 'kirli savaşın' dosyalarını açarlar da bizleri mahcup ederler.”

“Türkiye, Kürt coğrafyasındaki derin Ergenekon faaliyetleri ile yüzleşmeye henüz hazır değil.”

Sayın Diken, 1925'lerden günümüze Kürt tarihi başta olmak üzere bu coğrafyada yaşayan diğer halkların tarihlerini canlı tanıkların dilinden, kendi anlatımlarıyla ilk elden belgelemeye çalışıyorsunuz. Sözlü tarihi yazılı tarihe çevirme fikri sizde nasıl oluştu?


2002 yılında İletişim Yayınları arasında bir kitabım çıktı: “Sırrını Surlarına Fısıldayan Şehir, Diyarbakır”. O kitabı hazırlarken edebiyatın herhangi bir türüne bağlı kalmak istemeden çalışmış ve öyle de yayınlanmasını sağlamıştım. Güzel bir kent kitabı olmuş, yayınevinin de “memleket kitapları” dizisinde çıkmış, kısa zamanda da birkaç baskı yapmıştı (şimdiye dek altı baskı). İşte o kitabı yaparken bir şehrin insanları ve mekânlarıyla beraber paylaşımında her hâl û kârda tanıklıkların hikâyelerinin, yaşadıklarının da paylaşımının çok önemi olduğunu fark ettim. Çünkü kimi hikâye örgülerini kurarken o kitapta da tanıklıklara başvurmuş ve birinci elden tanıkların dilinden meseleleri paylaşmıştım.
Ayrıca Sözlü Tarih, hatta buna Yerel Tarih kavramını da monte etmek gerek. Başlı başına bir deryayı umman! İçine girdikçe ne denli önemli bir zenginlik olduğunu ve birçok kalem erbabının da “popüler kültür” alanını daha cazip bularak sözlü tarihi sanırım zor bulduklarından olsa gerek ihmal ettiklerini fark ediyorsunuz. Çünkü benim ilgi alanım çerçevesindeki sözlü ve yerel tarih “işi” daha çok yaşı kemale ermiş şahsiyetlerle yapılan bir çalışma. Bu nedenle kolay değil. Önce o insanların kimler olacağını belirlemek, sonra ulaşmak, ikna etmek, rahat konuşma ortamı sağlamak, konuştuklarının yayınlanacağı garantisini vermek, söylediklerinin çarpıtılmayacağının güvencesi. Ve hepsinden de önemlisi bu insanların size güvenmelerini sağlamak. İşte bunları yapmak meselenin ilk aşaması. Sonra o kasetleri çözmek, yazılı hale getirmek, yayınlatmak ve okurla buluşturmak. İşte yaptığım bu. Aslında çok iyi biliyorum ki; sözlü tarih, edebiyatın bütün diğer alanlarının kaynağıdır. Sinema filmi çekenler, tiyatro oyunu yapanlar, roman ve öykü yazanlar elbette ki sözlü tarihten besleniyorlar. Kürt geleneksel kültürü, edebiyatı da dengbêjlik, çîrokbêjlik gibi sözlü kültürlerle bugünlere taşınmadı mı? En çok da biz Kürtlerin bu sözlü tarih dediğimiz alana ihtiyacı var, dersem sanırım yeterli olur…


Kesinlikle sıkça karşılaştığınız bir soru olmalı, ama yine de sormak istiyorum, Ragıp Duran sizin için: "Şeyhmus Diken, Diyarbekir'in sır kâtibidir" tanımlamasında bulunuyor. Neden Van, Bitlis, Urfa veya Dersim değil de, Diyarbekir? Bu ilgi Diyarbekir doğumlu olmanızdan mı, yoksa Diyarbekir'i Kürt tarihi ve hareketinin mihenk taşı görmenizden mi kaynaklanıyor? Nedenlerini anlatır mısınız?


İkisi de dersem şaşırtıcı olmasın. Evet, aidiyet bağı anlamında Diyarbekirli olmam, Diyarbekir Suriçinin eski ve kadim bir mahallesi olan Ali Paşa Mahallesinde Kürt bir ana ve babadan doğmam, çok dinli ve çok kültürlü bir mahalle olan Gâvur Mahallesinde, Xançepek’te büyümem, şehrin ruhunu, hikâyelerini yaşayarak bilmem ve paylaşmam bu manada çok önemli. Bu yönüyle binler yıllık bir tarihin imbiğinden kadim mekânlarıyla birlikte süzülerek gelen bir şehir olması nedeniyle elbette Diyarbekir’i yazmak, konuşmak ve anlatmak önemli.
Ama bu tek başına öneme haiz bir durum değil elbette. Diyarbekir’in, muktedirlerin bütün uğraşlarına, zulümkârlıklarına rağmen direngen, onurlu ve kararlı bir şehir olması da ayrıca önemli. Diyarbekir, her dönemde “Kürtlerin Kalbi” olmuş bir şehir. Bu durumu çok iyi bilen egemenler, bütün diğer Kürt şehirlerinden önce Diyarbekir’i vurmak, Diyarbekirliyi kırmak, Diyarbekir’i teslim almak istemişlerdir. Diyarbekir de inadına direnmiştir. Bütün tarihi açın, okuyun bunun sayısız örnekleriyle karşılaşacaksınız. Bugün de böyledir. Egemenler Diyarbekir üzerinden Kürtlerle hesaplarını kesmeye çalışıyorlar. Diyarbekir’i adeta bir hesaplaşma mekânı gibi algılıyorlar. Yüzlerini Diyarbekir’e çevirip “Acaba nasıl alaşağı ederiz!” diye kapalı kapılar ardında düzen kuruyorlar. Ve “Bu kaleyi düşüreceğiz” diye tehdit savuruyorlar.
Bunu çok iyi bilen Kürt Halkı da Diyarbekir’in Alternatif ve Direngen bir Metropol olduğunun altını kalın kalemle çizerek “sıkıysa, gelin alın”, diyorlar. İşte Diyarbekir’in böyle kararlı ve muhalif duruşudur ki; diğer bütün Kürt şehirlerine emsal oluşturuyor. Naçizane benim gibi bu şehirli olan kimilerinin de kaleminin Diyarbekir’i yazmasına, yazmamıza sebep ya da ilham kaynağı oluyor.


Benim Diyarbekir üzerine yazdıklarımda dikkat ederseniz kaba ve sıradan mekân tarifleri yoktur. O eski ve kadim mekânlara ruh katan insan vardır. Aslolan da insandır zaten. Eğer insan teki yüreğini o eski mekânların sırlarına ortak etmemişse, istediğiniz kadar o mekânları yücelterek anlatın o mekânlar “turistik” meta unsuru olmaktan öteye gitmez. İşte bu nedenle Diyarbekir’in kendi ve kent ruhuyla buluşturduğu insanıyla birlikte paylaşmak önemli Diyarbekir’i…
Kitaplarınıza ve makalelerinize koyduğunuz isimler ve başlıklar, okuyucunun ilk anda kitabınıza veya makalenize kilitlenmesine neden olmakta. Yazılarınızda kelimeleri bir pırlanta işçisinin özeniyle seçmeniz araştırmacı yazar kimliğinizden öte edebiyatçı yanınızın da olduğunu ortaya çıkarmıyor mu?


İşi kalemle olan, edebiyatla aynı zamanda gönül borcu ile işini yapmaz ise, içe sinen, hatta okuru da hikâyenin içine çeken metinler kolay ortaya çıkmaz. Bu nedenle en sıradan makaleleri bile edebiyat yapıyor gibi kaleme aldığım doğrudur. İşimi, yani yazma işimi ciddiye alırım. Mesela bir makale ya da deneme yazdığımda çoklarının aksine, hangi konu ile ilgili yazarsam yazayım en önce başlığı yazarım, sonra yazıyı. Başlık genellikle değişmez. Bazen üzerinde ufak oynamalar yaparım. Yazılarımı yazmam en fazla bir saatimi alır. Ama öncesinde ihtiyaç duyuyorsam eğer mutlaka araştırmalar yaparım, daha önce okuduğum kitapları kaynakları yeniden tararım. Çok rahat yazarım. Ama yazı bittikten sonra birkaç kez okurum, okura saygım nedeniyle maddi hata bile olmasın isterim. Çünkü ben de bir okurum ve okuduğum bütün metinler “edeple” yazılmış olsun isterim. Bu hakkın, bu beklentinin, okurun hakkı olduğunu bilirim. İşte bu sorunuzdaki, şahsıma yönelik kadirşinaslığınızın sırrına vakıf olmak, sanırım bu ipuçlarında gizli..
2001 yılında dönemin Başbakan'ı ve ANAP lideri Mesut Yılmaz: "Avrupa Birliği'nin yolu Diyarbakır'dan geçer" belirlemesinde bulunmuştu. Bu belirlemenin tersini "Diyarbakır'ın yolu Avrupa Birliği'nden geçer" tezini savunan aydınlar ve politikacılar var. Sizce hangi yol nereden geçiyor veya kesişiyor?

Sadece ANAP Lideri Mesut Yılmaz değil, birçok siyasetçi Diyarbekir’in yolunu bir yerlerden geçirdi. Bu bir gerçeklik! Oysa Diyarbekir’in yolu hiçbir yerden geçmiyor. Diyarbekir’in yolu bizatihi kendisinden geçiyor. Diyarbekir’i tanımaktan, anlamaktan ne istediğini bilmekten ve ona göre davranıp politika üretmekten geçiyor. Diyarbekir, eski şehir dokusu olarak etrafı surlarla çevrili içinde insanları ve mekânlarıyla birlikte binlerce yıldan bu yana dimdik ayakta duran ve yaşayan diri bir şehir. Ayrıca Diyarbekir sadece görünen Diyarbakır değil. Hinterlandı ile birlikte, etki ağı ile birlikte yüzünü bu eski şehre döndürerek politika yapan milyonlarca insanın yani dünyadaki bütün Kürtlerin Siyasal “Kâbesi” olan bir şehir. Bu manada politikacı ya da değil, eğer Diyarbekir’in adını telaffuz edip bir yerlere varmak istiyorsanız iyi düşünüp, tartmak ve hesabınızı ona göre yapmak durumundasınız. Yoksa yanılgıya düşmeniz işten bile değil.


Çok durgun, sakin göründüğü, “Ne oluyor! Bu şehrin üzerine ölü toprağı mı serpildi!” dendiği anlarda bile aysbergin suyun altında kalan ve görünmeyen yüzü gibi büyük çalkalanışlara örneklik etmiş ve “İşte, ben buyum” demiş bir şehirdir. İşte bu nedenlerle Diyarbekir üzerinden politika yapılırken, özellikle egemenler açısından Diyarbekir’i doğru okumak gerek. Kürtlüğün, binler yıldan bu yana denenmiş kuşkucu, kaygılı, sorgulayıcı, direngen, muhalif, sahiplenmeci ve daha birçok özelliklerini, bütün yönleriyle kimliğinde ve kişiliğinde barındırıp bazen bütün bunların tümünü bir kerede bazen de ihtiyaç olduğu kadarıyla hissettiren bir şehirdir Diyarbekir…


TRT Şeş'in şu anki yayın çizgisini nasıl değerlendiriyorsunuz? TRT Şeş'de program yapan Kürt sanatçı ve aydınların "kültür korucusu" olduğu veya ona hizmet ettikleri eleştirilerine katılıyor musunuz? Devletin "bilinmeyen bir dil" dediği Kürtçeyi ve Kürtleri resmi olarak tanıdığı statüye çekmede TRT Şeş önemli bir kazanım değil midir?


Peşinen ifade edeyim ki; trt şeş’in “demokratik bir açılım” saikıyla Kürtlere “bahşedildiğine” inanmak isterdim. Ama bunca yılın deneyimi, bunca yıl feleğin çemberinden geçmiş olmak beni bu denli iyimser kılmıyor, üzülerek.


Elbette 85 senelik Cumhuriyet Reel Politiği, Kürtlük adına ret, inkâr ve felaketler üzerine bina edilmiş bir resmi tarih sundu bizlere. Böylesine zalim bir tarih yazıcılığından ve savunuculuğundan adeta kendini de inkâr ederek, hatta diyebilirim ki Kürtlük adına bir “meşruiyetin” ön kabulü gibi bir algıya da sebep olarak devletin Kürt Halkına yönelik bir görsel yayın yapması elbette ki manidardır. Ama Allah aşkına, sormazlar mı bu muktedirlere, daha iki ay önce siz değil miydiniz, bilcümle Kürt Halkının gözlerinin içine dik dik bakarak Hakkâri’de “sevmiyorsanız terk edin, çekip gidin” deyip adres gösteren.
Ve tabii ki bugüne kadarki siyasal okumalar! Bütün bu siyasal arka planlar “demokratlık” nedeniyle değil, apar topar olarak “Eğer ‘Kürtçülük’ yapılacaksa be gafil Kürtler, size ne oluyor. Onu da Devleti Ali bilir. Oturun oturduğunuz yerde ve bu işi de bize bırakın” demektir trt şeş’in Kûrdî yayını. Tıpkı “Bu ülkeye Komünizm lazımsa onu da biz getiririz” diyen zihniyet gibi. Daha düne kadar çok dilli belediyecilik istedi diye görevden alınan belediye başkanından, feshedilen belediye meclis üyelerinden, Kürtçe bir klip çekeceğim dediği için yaban ellere kaçmak zorunda kalıp oralarda ölen, dili damağına yapıştırılıp lal edilen, özetle bütünüyle Kürt Halkından bunca yıldır Kürt Dilini konuştular, yazdılar, sahiplendiler diye çektirilen eziyetlere karşılık bir özür bile dilemeden böylesine “Pişkince” davranmak! Sonra da bu kanalı bağışladıkları için, sanki bir ulufe verilmiş gibi “alkış” çalmaya hazır olmak bana göre Kürtlerin davranışı olmamalı. Eleştirel davranmak, bir miktar dozu kaçsa da Kürtlerin bunca yıllık mücadele tarihinin en doğal hakkı gibi kabul edilmeli.


Ben tabii ki trt şeş’e program yapmaya giden İstanbul’u mesken edinmiş Kürtlere ancak şunu diyebilirim. Ki içlerinde yıllardır tanıdığım seslerini duruşlarını bildiğim “arkadaşlar” da var. Acele ettiler. Bu kadar çabuk evet dememeliydiler. Uğruna bunca bedel ödenmiş, Kürtlük adına kişilik, kimlik, kültür, aidiyet ve siyaset meselelerinin bir miktar da siyasal ardalanlarının da olması gerektiği hakkını hukukunu bilmeliydiler. Belki kaygıları şuydu: “Biz orada Kürtlüğümüzden taviz vermeden de işimizi yaparız”. Doğrudur, işlerini yaparlar. Ama bir de şu var ki; bugün bu kanal (trt şeş) yayın yapıyorsa Kürtlerin bunca yıldır verdiği siyasal mücadelenin hatırınadır. Yoksa durduk yerde bırakınız 24 saat yayın yapan bir Kürtçe kanal hakkını vermeyi, egemenler bizim dilimizde “Rojbaş” demeyi bile kendileri açısından onur kırıcı sayarlar.


Önümüzdeki yerel seçimlerde ”Diyarbekir Kalesi”nin düşmesi ve ”savunulması” bağlamında, özellikle Başbakan Erdoğan’ın da kilitlendiği bir tartışma var. Bu bağlamda bir yerel seçim değerlendirmesi yapabilir misiniz? Kürt seçmen veya adaylarını bekleyen handikaplar veya avantajlar nelerdir?


2009 Mart ayında yapılacak olan yerel seçimler açısından görünür manada bir sıkıntı ya da handikap olduğunu düşünmüyorum. Çünkü şu anda iktidar olan AKP, tercihini “sistem partisi” olmaktan yana koymuştur. Türkiye’nin batı yakasındaki kimi illerde yine çok ciddi muhalefet olmadan seçimi götürecekler gibi gözüküyor. Ama doğuda işleri pek de kolay değil. Kürt sorununun çözümüne dair demokratik teamüller ölçüsünde maalesef ciddi hiçbir adım atmadılar. Adım atmak gibi bir niyetleri de olmadı. Önceki seçimlerde Demokratik Toplum Partisi lehine seçmen tercihlerini kullanmak istemeyip de AKP lehine davranan az da olsa kimi Kürtler vardı. Bunlar bildiklerimiz. AKP’den yana geçmişte kullanılan bu tercih durumu, göründüğü kadarıyla 2009 yerel seçimlerinde pek mümkün olmayacak gibi. Çünkü AKP, tercihlerini Kürt coğrafyasında “Devlet Partisi” gibi davranmaya yönelik olarak uyguladı. Sınır ötesi kara ve hava operasyonlarına tereddütsüz onay vermesi, “Ya Sev ya Terk et” türünden ilkel ve Faşist ırkçı söylemleri dile getirmeleri, bırakınız Kürt Sorununun çözümünü, demokratikleşme meselesinin ve AB politikalarının dahi askıya alınması AKP’yi diyarı Kürt’te ciddi sıkıntıya sokan argümanlar oldu. Bu vesileyle Diyarbakır’ı almayı, yani kaleyi düşürme hayalini bıraksın da kanımca elindeki Van, Siirt gibi diğer Kürt illerini de kaybedecekler, onların derdine düşsünler…


Demokratik Toplum Partili belediyeler ve DTP, politik olarak bu seçimleri fırsat bilip belediyecilik açısından yaptıklarını küçük-büyük ayrımı yapmadan en ince ayrıntılarına kadar en geniş kamuoyu ile paylaşmalı. Bunun tersinden okuması da şöyle olmalı. Doğuda AKP’nin elinde olan özellikle il belediyelerinin başarısızlıkları afişe edilmeli. AKP’nin Kürt politikası (ya da politikasızlığı) sistemin “güvenlik kodlu” tercihlerine bir kez daha teslim olunduğu noktasından kavranarak deşifre edilmeli. Her halükarda DTP’nin elindeki belediyelerin “halk çocukları” tarafından ve halkla birlikte yönetilen kurumlar olduğu gerçeği her fırsatta dile getirilmeli. Ve elbette seçimlerin aynı zamanda nitelikli kadrolaşma için bir fırsat olduğu gerçeğinden hareketle bu noktaya da dikkat etmek gerektiği düşüncesindeyim.
Kentlerimizin tarihi kültürel dokusunu, kimliğini korumak ve canlandırmak adına Kürt belediyelerinin veya özelde Diyarbekir belediyesinin pratiklerini nasıl değerlendiriyorsunuz?


Epeycedir işin içinde olan, aynı zamanda da tanığı olan biri olarak diyebilirim ki, az zamanda önemli işler yapıldı. İnsan teki genellikle içinde olunca değişim ve dönüşümü pek fark etmez. Ama dışarıdan biri, belli periyotlarla şehri ziyaret ettiğinde daha rahat farkı görür. Dışarıdan gelenler her fırsatta Diyarbakır’ın eski ve yeni dokusuyla hissedilir derecede “görünür” bir kent durumuna dönüştüğünün altını çiziyorlar. Şehrin altyapısının çözümlenmiş olması, kanal, su, arıtma ve kent içi yolların halledilmesi önemli kazanımlar. Sur diplerinin radikal bir kararla mezbelelelik ve çöp yığınlarından kurtarılması, tarihi ve kültürel miras olarak dünyaya bir kez daha sunulması çok önemli. Sur içindeki ana arterlerin eski dokuya uygun olarak yenilenmesi ve mekânların elden geçmesi gibi çalışmalar kayda değer öneme haiz. Kenti yönetirken tüm sivil dinamiklerle birlikte kararları ortaklaşa alıp, sonuçlarını da birlikte değerlendirmek bir başka öneme değen konu.

Ve belki de bütün bunlardan birkaç gömlek daha ilerde ve önemde olan da şu ki: şehir 10 yıl öncesine göre daha “Kürdî” bir şehir. İnsanlar sokaklarda göğüslerini gererek daha yüksek sesle Kürtçe konuşuyorlar. Resmi ya da özel mekânlara, kurumlara girdiklerinde Kürtçe konuşmayı içselleştiriyorlar. Yani Kürtçe “Pazar”a iniyor. Evden sokağa çıkıyor. Bu durum Kürt dilinin ve kültürünün inşası ve geleceği açısından çok, ama çok önemli.
Ha! Bütün bunlar yeterli mi? Diye sorulabilir… Elbette yeterli değil. Kürtlerin, Kürt siyasetçilerinin bütün alanlarda DAHA ÇOK İŞLERİ VAR bu şehirde ve bu coğrafyada. Dünyanın gözü ve kulağı Kürtlerin üzerindedir. En azından önümüzdeki 40-50 yılda Ortadoğu coğrafyasında Kürtler çok önemli roller üstelenebilirler. Üstlenmeye de adaydırlar. Bu nedenle kurumlarını, mekânlarını ve şehirlerini bu gelecek üzerine inşa etmek gibi bir tarihsel sorumlulukla da karşı karşıyadırlar. Bu gerçeği hiçbir zaman göz ardı edemeyiz.
Ergenekon davası ile ilgili her gün şaşırtıcı bilgiler ortaya çıkarken, Şemdinli Davası tam tersi bir sonuçla son buldu. Davanın savcısı mağdur, davacılar ise neredeyse davalı, davalılar da sütten çıkmış ak kaşık muamelesi gördüler, desteklendiler. Oysa Ergenekon örgütlenmesinin temel nedenlerinden biri Kürt sorunu. Soruşturma neden Fırat'tan öteye geçmiyor veya geçirilmek istenmiyor?


Ergenekon mevzuu Türkiye’nin yumuşak karnıdır. Operasyon, sadece Avrasya, ya da Avrasya’cı dediğimiz kesimle sınırlı gibi gözüküyor. Türkiye, Kürt coğrafyasındaki derin Ergenekon faaliyetleri ile yüzleşmeye henüz hazır değil. Bu sebeple Kürt coğrafyasındaki dosyaların açılmasını da mevcut Ergenekon soruşturması ile birlikte beklemek bir miktar “saflık” olur gibime geliyor. Gerçi kimi AKP çevreleri seçimlere bir ay kala gibi AKP’nin Kürt oylarından da alabileceği kadarını koparmak için kimi “hamleler” yapacağına dair söylemleri özel sohbetlerde “sürprizlerimizi bekleyin” diyerek dillendiriyorlar. Umarız 20 yıllık “kirli savaşın” dosyalarını açarlar da bizleri mahcup ederler. Ama görünen şu ki, o cesarette değiller…
Son kitabınız "Mehmed Uzun'un son 15 Ay'ı: Zevalsiz Ömrün Sürgünü" geçtiğimiz günlerde Lis Yayınevi tarafından yayınlandı. Kitap olarak gündeminizde hangi çalışmanız var?


“Bir Kürdün AKP Okumaları” diye bir dosyam var. Bitmiş bir dosya. Bir iki ufak müdahale gerekiyor. Yetişirse eğer seçim öncesi yayınlansın istiyorum. Aslında bu kadar sık kitap yayınlatan bir yazar olmak da istemiyorum. En azından yeni kitabım çıktıktan sonra birkaç ay üzerine konuşulsun istiyorum. Doğrusu da bu olmalı. Mehmed UZUN’un İsveç’ten döndükten sonraki ölümüne kadar geçen 15 ayını anlatan “Zevalsiz Ömrün Sürgünü Mehmed Uzun” kitabım bir dönemi belgeleyen önemli bir çalışma oldu. Bir de bu kitapla birlikte geçen yıl yayınlanan ve şiirsel metinlerden oluşan “Taşlar Şahit” kitabımın yeni baskısı çıktı (2008 Aralık sonu). Taşlar Şahit kitabımın içinden 11 parçayı Los Angeles’te (ABD) yaşayan Diyarbekir Ermenilerinden arkadaşım hemşehrim Udi Yervant Bostancı müzik formatında besteledi. İşte o müzik cd’sini de ek olarak kitaba koyduk. Bir de Diyarbekir fotoğrafları var tabii. Bu da ayrı bir çalışma oldu. İşte bu ay İletişim Yayınları “Diyarbekir Diyarım Yitirmişem Yanarım” kitabımın 3. basımını yapıyor. “Sırrını Surlarına Fısıldayan Şehir, Diyarbakır” bir Fransız yayınevi Editions Turquaz tarafından Fransızcaya çevriliyor. Bu yıl içinde Fransa’da çıkacak...


Tabii ki daha başka her biri üzerinde bir iki haftalık müdahalelerle kitap olacak en az beş dosyam da var, ama acele etmek niyetinde değilim. Hele bi demini alsınlar da bakalım…

Teşşekür ederim


Selam ve sevgiyle kalın, spas...


Yayınlanma:: 2009-01-22






Etiketler

#buttons=(Kabul etmek!) #days=(20)

Web sitemizde çerezler kullanılmaktadır.Daha fazla bilgi edin
Accept !
Yukarı Git