Günay Aslan ile söyleşi

Cumhuriyet tarihinde ve devlet katında Kürt sorununda “açılım”, “çözüm” tartışmalarının yapıldığı yoğun bir dönem yaşamaktayız.

“Açılım” ve “çözüm”den kim ne anlıyor? Devletin bu söylemlerine Kürtlerin yaklaşımları nasıl? Kısa ve uzun vadede Kürt sorununun devlet açısından varacağı son nokta “bireysel ve kültürel haklar” mıdır,  yoksa ucu açık bir sürecin ilk başlangıç noktasında mıyız? PKK, Öcalan ve DTP’nin bu sürece yaklaşımdaki parametrelerinin doğruluk derecesi nedir?  Güney Kürdistan seçimlerinde ortaya çıkan yeni muhalefetin Kürdistan’ın demokratik yapılanma sürecine katıkları nasıl olacaktır? Gazeteci ve yazar Günay Aslan Kürdistan ve Türkiye gündemine ilişkin sorularımızı yanıtladı. / Çetin Çeko
***
“Türk ordusu, kendi ayrıcalıklarından vazgeçmek istemese de, orta vadede Türkiye'nin normalleşebileceğine inanıyorum”
“Militarist sistem elbette Kürt sorunu gibi kendi varlık nedenini bir ölçüde kaldıracak sorunların çözümünü istemiyor.”
“Bağımsız Kürt devleti Ortadoğu coğrafyasında boy verebilir ki, bu Kürtlerin en temel haklarından birisidir. PKK bu seçeneğe sırtını dönerek siyaset yapamaz. DTP de sırtını dönerek siyaset yapamaz. Hiç kimse, diaspora Kürtleri de sırtını dönerek siyaset yapamaz.”
“Testi çatladı, artık iki partili, yüzde elli yüzde elli sistemine dayalı bir yapı Kürdistan'da mümkün değil. Amerikan'ın da peşinden koştuğu buydu.”
***
Devlet katında Kürt sorununda “açılım”, “çözüm” olarak gündeme gelen söylemlerin kaba hatlarıyla “bireysel ve kültürel haklar” çerçevesinde duracağı tahmin edilmekte. Kuşkusuz bu Kürtleri tatmin eden bir çerçeve olmayacaktır. Devlet açısından bunu bir başlangıç olarak mı, yoksa Kürt sorununun varacağı son nokta olarak mı değerlendirmek gerekir?

Bugün itibariyle Kürt sorununda çözüm konusunda şu proje veya bu proje sorununun çözümünde hayat bulacaktır demek mümkün değil. Çok erkendir. İster bireysel haklar temelinde olsun, ister ulusal demokratik haklar temelinde olsun Kürt sorununun Türkiye'deki demokratik siyasal çözümü noktasında henüz başlangıç aşamasındayız. Kürt sorununun bu günkü itibariyle Türkiye'de şiddet dışı çözümleri tartışılmaktadır. Sorunu silahlı zeminden alıp, siyasal zemine nasıl taşınacağı tartışılıyor.
Bu tartışılırken, elbette bir çok çevre, devlet, özellikle de Genelkurmay Başkanlığı bu konuda kendi kırmızı çizgilerini çizmeye çalışıyor. Genelkurmay Başkanı 14 Nisan'da bir basın toplantısı yapmıştı, Kürt meselesinde deyim yerindeyse kendi kırmızı çizgilerini çizdiler ve bu sorun bireysel haklardan öteye bir grup hakkı temelinde ele alınamaz dediler.
Fakat Kürt sorunu, Kürt mücadelesi Türkiye'nin iç dinamikleri içinde ciddi bir alt üst, ciddi bir eylemlilik içindedir. Bu bir başlangıç da olabilir. Henüz çözüm aşamasına girmeden sorunun kendi dinamikleri tarafından ters yüz de edilebilir. Şunu açık söylemek lazım; bugün itibariyle Türkiye'de “bu çözüm modeli olacak”, “Kürt sorunu böyle çözülecek” demek için çok erkendir.
Bundan yola çıkarak devletin çizdiği çerçevenin egemen olduğunu söylemek çok büyük bir yanlışlık olur. Çünkü şunu çok iyi biliyoruz Türkiye Cumhuriyeti devletinin Kürtlerin varlığını bile kabul etmesi çok uzun yıllar gerektiren bir mücadele sayesinde olmuştur. Türkiye 92'de Kürt realitesini kabul etmiştir, ama 92'den bugüne kadar da “Kürt vardır fakat hakları yoktur” noktasında da ısrar etmiştir.
Onlar tabii ki, dar çerçeveler, sınırlar çizecektirler. Bu inkar politikasını ince bir siyasetle yeniden devamını sağlamak isteyecektirler. Şunu gayet iyi biliyoruz ki, onlar Kürt meselesinde belirleyici olmaktan çıkmışlardır.
Belirleyici olan Kürt mücadelesinin iç dinamikleridir, Kürt halkının kendi özgürlük devinimidir. Bir uzlaşma zemini doğacaksa, önümüzdeki 10-15 yıl içinde doğacaktır diye düşünüyorum. Henüz başlangıç aşamasında taşlar yerli yerine oturmamıştır, Kürtlerin henüz yasal, anayasal güvenceye alınmış kimilik, kültürel hakları teslim edilmiş değildir. Kürt siyaseti, Kürt düşünce dünyası özgürce örgütlenmiş, ifade örgütlülüğü sağlanmış değildir. Türkiye kendi geçmişiyle yüzleşmiş değildir, yani çözüm aşamasına gelmeden atılacak o kadar çok adım var ki, bugünden itibaren böyle çözülecek demek kanımca doğru değil.

AKP'nin ordu ile anlaştığı Genel Kurmay'ın Kürt politikasını AKP'ye ihale ettiği görüşü var. Buna karşın, devletin ve toplumun tümünü denetim ve vesayet altında tutan bir ordunun, kendi egemenlik sisteminin sonunu belirleyecek olan bir sorunu sivil siyasetçilere ve onların iradesine bırakması düşünülemeyeceği görüşü de var. Siz bu konuda neler söyleyebilirsiniz?

Genelde Türkiye'deki liberal çevrelerin, AKP'nin vesayet sistemini kırmaya dönük anti militarist bir yol izlediği şeklinde değerlendirmeleri var. Yer yer AKP'ye anti militarist misyonun biçildiğine tanık oluyoruz. Bu hayatın gerçekleriyle bağdaşmıyor. Genelkurmay'ın Kürt sorununu AKP'ye havale ettiği falan da yok, tersi söz konusudur. AKP hükümeti, Şemdinli'den bu yana çok açık gördüğümüz gibi bütün iradeyi Türk ordusuna devir etmiştir. Kürt meselesinde zaten siyasal iktidarların irade olması mümkün değildir. Bugünkü Türkiye gerçeğinde de mümkün değildir. Son sözü söyleyecek olan ordudur.

Peki sivil iktidarın ordu ve militarist ruhlu bürokrasi ile hiç çatışması yok mu? Askerlerin sivil yargıda yargılanmaları için yapılan kanun değişikliğini militarizme karşı bir tavır olarak yorumlamak gerekmez mi?

Tabii Türkiye'nin şöyle bir gerçeği de var artık. Ordu da her şeyde belirleyici olmaktan çıkmaktadır. Türkiye ciddi bir değişim, dönüşüm süreci yaşıyor. Türkiye, militarist sistemi ile bir hesaplaşma sürecine girdi, militarist dinamikler de gerileme sürecine girdi. Türkiye artık kabuğuna sığamıyor. 1920'lerde kurulan inkarcı militarist sistem iflas etti. Yalnızca Kürt sorunu açısından değil, hayatın her açısından iflas etti. Türkiye kendi dinamikleri ile savaşarak bir noktaya geldi ve tıkandı.
Ordu'da ifadesini bulan militarist sistem elbette Kürt sorunu gibi kendi varlık nedenini bir ölçüde kaldıracak sorunların çözümünü istemiyor. Buna uygun bir alternatif de üretilemiyor. Ordu özellikle Irak işgalinden sonra yeni bir misyon üstlenmek için harekete geçmeye başladı. Ordu, Türkiye'nin Avrupa Birliği sürecindeki reformları engellemesi söz konusu olamadı. Türkiye'nin AB'den bir müzakere tarihi alması gerekirdi ve ihtiyaç duyduğu uluslararası sermayenin akışı bakımından bu sürecin bir biçimde kontrolde tutulması gerekirdi.
Ordu zorlanarak da olsa bazı adımların atılmasını hazmetmek zorunda kaldı. Fakat kendi iktidar gerçekliğini çok fazlada sarsmayacak düzenlemeler peşinde de koştu. Türkiye'de reformların bir kısmının hayata geçmemesinin nedeni de budur. Ordu, Türkiye ile ABD arasında Kürdistan ve Kürt meselesinde başlayan problemlerin yeniden çözüldüğü tarih olan 2007'den itibaren Amerika'nın bölgesel bekçiliğine soyunmaya başladı. Bir nevi soğuk savaş dönemindeki rolünü yeniden üstlenerek, kendi iktidarını Türkiye'de garanti altına almak istiyor. Fakat küresel çağda, Amerika'nın bölgeye biçtiği misyon açısından, peşinden koştuğu global hedefler açısından Türk ordusuna yeni bir bekçilik görevinin verilmesi ve anti demokratik bir iklimde de tutulması mümkün değildir. Türk ordusu, kendi ayrıcalıklarından vazgeçmek istemese de, orta vadede Türkiye'nin normalleşebileceğine inanıyorum. Bu gün Türk ordusunda yaşanan iç çatışmaların, kırılmaların her gün bir yerden çıkan intiharların, suikast haberlerinin Ergenekon Davası'nın altında yatan gerçektedir. Türk ordusu şunu görmeye başlamıştır; eğer Türkiye'nin normalleşmesini silah zoruyla biraz daha engellemeye çalışırsa kendisiyle birlikte Türkiye'yi de uçuruma atacaktır.
Türk ordusu sırf militarist sistemi koruyabilme uğruna geride bıraktığımız son on yılda özellikle soğuk savaş sonrasında hem Rusya ile hem Çin ile yeni ittifaklar peşinde koştu ama hayata geçiremedi. Bir NATO ordusu olma itibariyle, Türkiye'nin 400 milyar borcu olması itibariyle, batı sistemine entegre edilmiş olması itibariyle Türk ordusu bu sistemin dışına çıkamadı.
O zaman bu sistemin içinde kalınacaksa, batı sisteminin içinde kalınacaksa, Türkiye militer sistemini, normal bir hukuk devleti, burjuva anlamda bile olsa demokratik hukuk devletine doğru eritmek zorunda kalacaktır. Türkiye hala kriz yaşıyor. Bu krizde belirleyici olan dış dinamiklerdir ve Türkiye'nin toplumsal dinamikleri Kürtler, Aleviler işçiler, emekçi hareketlerinden çok küresel çağın gerçekleridir “ruhu”dur. Bu anlamda ben AKP'nin veya başka bir siyasal hareketin bu vesayet sisteminden kurtulmak için çok ciddi, samimi bir şekilde çaba içinde olacağına inanmıyorum, böyle bir misyonu onların yerine getireceğini de düşünmüyorum.

Kürt sorununda “açılım” sürecine geri dönersek, “Kürt sorunu devletin sorunu, kimse devlet çözsün demiyor. Aksine çözüm topu Öcalan üzerinden taca atılmak isteniyor” diyorsunuz. Peki, Öcalan bilinçli olarak topun kendisiyle paslaşılmasını istemiyor mu?

İstiyor olabilir, bunu da çok normal görebiliriz. Öcalan sonuçta inisiyatif olarak bu süreçte kendisine bir rol biçiyor olabilir, bu onun en doğal hakkı. Ama Öcalan'ın bu sorunun çözümünde belirleyici olma gibi bir şansı yok. Öcalan sonuçta sürece dahil olmak istiyor ve bu yol haritası ile de sürece dahil oldu. Fakat Kürt sorununun çözümü Türkiye'de bazı çevrelerin iddia ettiği gibi PKK ve Öcalan'ın muhatap alınarak ve onların da muhatap alındıktan sonra silahlı mücadeleyi tasfiye ederek sisteme entegre edilmeleriyle çözülecek bir sorun değil.

DTP'nin bazı yöneticileri “Öcalan'sız ve PKK'sız çözüm olmaz” diye beyanat vermektedirler. Burada önemli olan Kürt sorununun çözümü mü, yoksa Öcalan ve PKK ile çözüm müdür? Ayrıca devletin mutlak olarak Kürtlerle masaya oturması gerekiyor mu?

Devletin Kürtlerle masaya oturmasını savunuyor ve istiyorum. PKK, bu sorunu Türkiye ve uluslararası toplumun gündemine getirmiş bir siyasal harekettir. Beğeniriz beğenmeyiz, eleştiririz eleştirmeyiz, destekleriz. PKK, Kürt toplumundan önemli ölçüde destek almaktadır. Bu sorunu devlet PKK'ye rağmen çözmeye çalışmıştır çözememiştir. Fakat şöyle bir boyut var; PKK sorununun çözülmesi başka bir şeydir, Kürt sorununun çözülmesi başka bir şeydir. PKK sorununun çözülmesi tartışılırken, sanki PKK sorunu çözülürse otomatikman Kürt sorunu çözülecekmiş gibi bir hava yaratılıyor bu yanıltıcıdır, doğru olan bu değildir. Tersi doğrudur.
Kürt sorununun bütün boyutlarıyla çözümü, adil ve kalıcı bir çözüm sağlanırsa PKK sorunu o zaman otomatikman çözülür. Deyim yerindeyse Türkiye'de atları arabanın öne koşuyorlar. PKK'nın, Abdullah Öcalan'ın muhatap alınması olumlu, ama sanki bunun Kürt sorununun çözüleceği anlamına geldiği gibi bir yargının ortaya çıkarılması yanlıştır. Buna alet olan Kürtlerden de siyasetçiler varsa yanlıştır.
 Bunun böyle olmayacağını göreceğiz görmüşüz de zaten. On yıldır belli bir süreç yaşıyoruz, Abdullah Öcalan ve PKK üzerine sürdürülen politik bir hesap da var, ama onun tutmadığını çok iyi görüyoruz. Şimdi bu gün PKK ile oturmak, PKK'yi muhatap kabul etmek, Öcalan'ı muhatap kabul etmek doğrudur, gereklidir. Ama bunun çok çok ötesinde PKK'yi de Öcalan'ı da yaratan Kürt sorunu, Kürdistan sorununu görmek ve onun çözümünü talep etmek gereklidir. Buna dikkat çekmek için söylemiştim.

15 Ağustos'un Kürdistan yakın tarihinde bir başkaldırı manifestosunu ifade ettiği, Abdullah Öcalan'ın 15 Ağustos'taki “yol haritası” açılımının bu manifesto ruhuna ters açılım olacağı yorumları yapılmakta, bu konuda neler söylemek istersiniz?

Bu konuda bazı Kürt siyasetçi ve yazarlarının yorumlarına rastlıyorum. Bu yoruma doğrusu katılmıyorum ve yeni bir 2 Ağustos kararları da beklemiyorum. Hepimiz o süreçleri yakından yaşadık. Öcalan yakalandıktan sonra 2 Ağustos 1999'da bütün güçlerin sınır dışına çıkarılması talimatını verdi, tek taraflı adımlar attı, o zamanda bunlar çok tartışılmıştı. Bütün bunlara rağmen Kürt sorununun çözülmediğini gördük. Yol haritasında 15 Ağustos'un ruhuna ters düşebilecek önerilerin gündeme gelebileceğini sanmıyorum.

Peki ne tür önerilerin gündeme geleceğini tahmin ediyorsunuz?

Öcalan'ın ve PKK'nın birkaç yıldır dile getirdiği görüşlerin dışında, yol haritasında farklı bir şey söyleyeceklerini düşünmüyorum. Şunlar söylenecektir; “demokratik özerklik” veya “Kürdistan'a özerklik, Türkiye'ye demokrasi!” Bu PKK'nin olmazsa olmazı olarak gündeme getirdiği bir siyasal çözüm projesidir. Tutar tutmaz o ayrı bir şeydir. Belki şu olacaktır; Kürt sorununun silahlı güçlerinin siyasal zemine taşınması konusunda bir yol haritası çıkacaktır. Şunlar şunlar olursa gerilla da bu temelde silah bırakabilir, geri dönebilir...

Teknik olarak mı bir şeyler olacaktır diyorsunuz?

Evet, teknik olarak bir şeyler olacaktır ki, onunda belli bir takvime bağlanması ve bu taraftan atılacak adımlara endeksli olması gerekir. Son avukat görüşmelerin birinde de okumuştum Öcalan, “gerilla, güvenlik gücü de olabilir” demişti. Duran Kalkan da, “siyasal çözüm olsa da gerilla silah bırakmaz” demişti. Bu silah bırakma meselesi öyle bir günde iki günde ha deyince olabilecek bir mesele değil. Kaldı ki, bölge dengeleri çok karışık, Güney Kürdistan'ın ne olacağı belli değil. Güney Kürdistan'da çok ciddi bir süreç başlıyor Araplarla Kürtler arasında çatışma kaçınılmaz gibi görünüyor. Bu konjüktürde PKK'nin silahları bırakıp Türkiye'ye dönmesi, bırakın cezaevine dönmesi, kendi evine dönmesi bile söz konusu olmaz.
Çünkü Kürdistan sorunu kuzeyi, güneyi, batısı ve doğusu ile ortak bir sorundur ve bu netleşmeden gerillanın kendi mevzilerini terk etmesi bana inandırıcı gelmiyor. Bu bağlamda ben 15 Ağustos'da çok ters öneriler beklemiyorum. Olursa ne olur? Olursa 1999'daki gibi tepki olur. Kürtlerin yükselen talepleri, Öcalan'ın taleplerine de olumlu etki yapacaktır diye düşünüyorum.

Silahlardan söz açmışken bu konuda farklı yaklaşımlar var. PKK, Öcalan'ın 1999'da yakalanması ardından programatik değişikliğe giderek bağımsızlık talebinden vazgeçip , demokratik ve kültürel hakları birincil elden programlaştırdı. Silahlı mücadelenin demokratik ve kültürel hakları elde etmede gerekli olmadığı görüşüne ne diyorsunuz?

Gerekmiyor. Şunu biliyoruz ki, Kürtler istediler ama yine silah bırakamadılar. Bu Kürtlere bağlı bir şey değil. Benim görebildiğim kadarıyla PKK 10. Kongresi bu tür sorulara açık, net bir yanıt veriyor. PKK bugün demokratik özerklik, demokratik haklar konusunda ciddi samimi bir muhalefet yürütüyor ama PKK da bunun ucu açık bir süreç olduğunu görüyor, Türkiye de görüyor.
Burada birbirimizi kandırmamıza gerek yok. Kürt meselesinin nasıl çözüleceği konusu gerçekten büyük bir soru işaretidir. Bütün dengeler değişebilir, alt üst olabilir, bir bağımsız Kürt devleti Ortadoğu coğrafyasında boy verebilir ki, bu Kürtlerin en temel haklarından birisidir. PKK bu seçeneğe sırtını dönerek siyaset yapamaz. DTP de sırtını dönerek siyaset yapamaz. Hiç kimse, diaspora Kürtleri de sırtını dönerek siyaset yapamaz.

Ne olabilir peki?

2003 Irak işgalinden sonra savaş Kürtlere hizmet etmeye başladı. Kürtler 2004'te yeniden silaha sarıldıkları zaman, deyim yerindeyse tasfiyenin eşiğindeydiler. Türkiye'de Kürt meselesi ağza bile alınmıyordu. Neredeyse Kürt yoktur mantığına geri dönülmüştü. Bu gün Türkiye ciddiyeti tartışılır ama Kürtçe yayın yapmaya başladı. Ben kişi olarak savaştan yana değilim. Ama savaş Kürtlere hizmet etmeye, PKK'yi büyütmeye başladı. Güney Kürdistan'ı da Türk tehdidinden korumaya başladı. PKK'nin arkasında Barzani ve Talabani'nin sağlam durmalarının nedeni buydu. Çünkü Türk ordusu PKK üzerinden Güney müdahale etmek istiyordu, Kerkük'e kadar gitmek istiyor, Federal Hükümeti yıkmak istiyordu.
Şu görüldü; Kürtlerin silahlı gücü Türkiye'ye Kürt realitesini daha etkin anlatmakta fayda sağlamaya başladı. Eskiden böyle değildi. Bu gerilla gücü 3-5 yıl daha devam ederse ve bu çelişkiler daha da derinleşirse PKK, 1990'lı yılların çok çok üstünde bir gerilla akışı ve askeri güç olarak geri dönebilir. Bunun işaretleri 2006'da alındı. DTP'nin seçim sonuçlarına yansıması da öyle oldu.

Güney'deki Federal yapıya tahammül edemeyen devlet, PKK'nin Güney Kürdistan'daki varlığını gerekçe göstererek, Güney Kürdistan'ı tehdit etmekte. PKK'nın da sınır eylemleri Türk ordusunun Güney Kürdistan'a müdahalesine gerekçe olmuyor mu?

Bu argümanlar beni çok üzüyor. Bu argümanlar Türk devletinin argümanlarıdır. Bazı Kürtler de bu argümanları bilmeden kullanıyorlar. Size bir şey söyleyeyim; PKK'nın silahlı savaşını başlatmasının çok önemli nedenlerinden biri Güney Kürdistan Türkiye ilişkileridir. Herkes şöyle yorumladı: “Öcalan talimat verdi, askerler savaşı yeniden başlatmak istiyorlardı, AB süreci engellenmek isteniyordu bu savaş başladı” hayır öyle değil. KDP Üzerinde çok yoğun bir Türk baskısı vardı.
Türk Genel Kurmay Başkanı her gün Talabani ve Barzani'ye terörist muamelesi yapıyorlardı. “Terörist”, “postal yalayıcıları” diyorlardı, bunları aşağılıyorlardı, içeriden kuşatmaya çalışıyorlardı. Türkiye bu gün Güney Kürdistan'ı kabul ettiyse, Güney Kürdistan ile ilişkilerini yeniden düzenlediyse, inanın Zap direnişinin bunda çok büyük bir etkisi vardır. 2008 Şubatında Zap'a gittiler, Zap'ı geçemediler. Ama Zap'ı geçselerdi peşmerge ile savaşacaklardı.
Apar topar gelmelerinin sebebi budur. Biz Kürtlerin kaderlerinin ortak olduğunu görmüyoruz. Kuzey bir çözüm olmadan Güney'de bir çözüm olmayacaktır. Güney'de bir çözüm olmadan Kuzeyde bir stabilazsyon ve Türkiye'de bir çözüm olmayacaktır. Kürtler bunu farkındadır. Kürtler bu gün KDP'si, YNK'si, PKK'si ile buna uygun davranıyorlar. Kamuoyu öndeki söylemleri pek de önemli değil. Ne söylediklerine değil, ne yaptıklarına, pratiğe bakacağız. PKK'nin terörist ilan edilmesi konusunda Barzani üzerine çok yoğun bir baskı kuruldu.
Barzani, geçmişte PKK ile savaşan bir partinin başkanı olmasına rağmen bu konuda kayıplar, sarsıntılar yaşamalarına rağmen PKK'ye “terör örgütü” demedi ve bugüne kadar da PKK konusunda Türkiye ve Amerika'nın beklentilerini yerine getirmedi, getirmeyecektir de. Barzani şunu biliyor, PKK'nin devreden çıkması demek, PKK konusunda Türkiye'nin taleplerinin kabul edilmesi demek, sıranın kendisine gelmesi demektir. Bunlar bunun farkındadırlar. Bu anlamda PKK'nin misyonu henüz bitmiş değil. PKK'nin silahlı mücadele devri, ulusal kurtuluş mücadelelerinde silahlı mücadelenin devri bitti diyebiliriz ama, bölge dengeleri açısından Kürdistan'ın geleceği açısından PKK'nin silahlı misyonunun hala devam ettiğini görüyoruz. Bu misyon başarılı bir sonuç alınıncaya kadar devam edeceğe benziyor istesek de istemesek de.

Mesud Barzani: “Kürt devleti bir gün kurulacak, ama ne zaman bilemem. Ben de görmek isterdim.” belirlemesi Türk devletini neredeyse çılgına çevirdi. Devletin tepkisini anlamak normal. Peki Kuzey Kürtlerinin bir kısmı ise, Türk devletini korkutmamak için mi yoksa inandıklarından mı Kürt devleti tezini ret ediyorlar. Kürtlerin kendi kimlikleriyle örgütlenebilecekleri bir demokratik ortam yaratılmadığı için başkaları Kürtler adına Kürtlerin ne istediğine karar vermiyor mu?

Devlet konusunda açık ve net bir fikre sahip değiliz. Sürekli siyasi dengelere oynayan bir siyaset sınıfımız var ister Güney'de olsun, ister Kuzey'de olsun. Öte yandan bağımsız birleşik bir Kürdistan konusunda kafası açık, net olanlar da marjinal örgütlerdir. Kürt siyasetinde etkisi olmayan unsurlardır. Etkili olan unsurlar, bunun ne kadar zor bir proje olduğunu bildikleri için farklı çözümlerin peşinde koşuyorlar.
Bunları yadırgamamak lazım. Barzani de, Talabani de PKK de bazen ulus devlet karşıtı bazen ulus devlet yanlısı açıklamalar yapıyorlar. Barzani ile Talabani arasında bu konuda bir nüans farkı var. Barzani, bağımsız devlet konusunda daha açık ve net bir pozisyon alıyor. PKK bazen ulus devletin bir çözüm olamayacağını söylüyor, yer yer bizi zorlarsanız ulus devlet kurarız diyor. En son Murat Karayılan'ın açıklamalarında vardı, siz bu sorunu çözmeseniz, biz ayrılma seçeneğini, kendi başımıza bakma seçeneğini gündeme getiririz diyordu.

Bu konuda geleceğe ipotek koymanın anlamı var mı?

Bu ucu açık bir süreç diye sorunuza cevap vermiştim. Bu önümüzdeki 10-15 yılın problemi, İran'ın nasıl olacağını bilemiyoruz. Suriye'deki rejim değişikliğinin nasıl sonuçlanacağını bilemiyoruz. Güney Kürdistan'ın Türkiye ile ilişkilerinin nasıl olacağını bilemiyoruz. Entegrasyon mu olacak! Görülebildiği kadarıyla Araplarla Kürtlerin yolu ayrılıyor. Ama Kürtlerle Türklerin yolu birleşecek mi, birleşmeyecek mi bu bir soru işaretidir. Büyük bir soru işaretidir. Türklerle Kürtlerin yolu birleştiği zaman bir şeyler söylemek mümkün olabilir. Dediğiniz doğru bir ipotek koymaya gerek yok. Benim açımdan ulus devlet çözüm olmayabilir.

Ulus devlet sorununa gelmişken, T.C'nin ulus devlet modeli Kürt sorununun nedeni olduğu tespitine karşın, bir yazınızda “sorun ulus devlet modelinin çerçevesi genişletilerek çözülmelidir” diyorsunuz. Bunu açar mısınız?

Şunu söylüyorum; Türkiye ulus devlet modelini çözüp, Kürtlere demokratik özerklik vermelidir. Ulus devlet modelinin genişletilmesi, Kürtlere demokratik özerklik verilmesi demek, Kuzey Kürdistan'ın Kürt halkının demokratik iradesi tarafından yönetilmesi demektir. Bu bir çözüm müdür? Çözüm olabilir. İdeal bir çözüm müdür? Bilemem, ona Kürt halkı karar verecek, ama benim için bir çözümdür bu.
 Benim için şöyle bir çözümdür. Eğer Türkiye ulus devlet modelinden vazgeçer, Kürdistan'a özerklik verir, Kürdistan'daki halk bölgesel bir parlamento, bölgesel bir başkanlık aracılığıyla kendi bölgesinde söz ve karar sahibi olabilirse bu benim için yeterlidir. Ben böyle bir çözüme evet derim. Kürt halkı bunu istemez, bunun ötesinde başka şeyler ister bu onun kararıdır, kendi kaderini nasıl tayin edecekse ona saygı duymak lazım. Buna bir ipotek koymamak lazım.
Kürtlerin ulus devlet şeklinde örgütlenmelerinden yana değillim, çünkü 30-40 yıl sonra ulus devlet modelinden vazgeçmek zorunda kalacaklar ve bunun Kürtlere faturası çok ağır olacak diye düşünüyorum. İnsanların kendilerini milli semboller, milli değer etrafında kendilerini tutsak etmelerinden yana değilim.
Onları bir araç olarak kullanarak özgür ve mutlu olarak yaşamalarından yanayım. Sembollerin efendisi olacağımız yerde bunların kölesi durumuna geldik... Demokratik bir Kürt siyaseti farklılıkları tolera edebilecek, özgürlükleri bütün boyutuyla hayata geçirebilecek bu toplum üretebilmiş değil. En ileri boyutta ürettiği üç tane parti var PKK, KDP ve YNK.
Bu gün Güney Kürdistan'da yılda bin tane kadın öldürülüyor, töre cinayetleri var, parlamentoda çok eşlilik kararları alınıyor, islami ilişkilere referanslar veriliyor. Kuzey'de farklı fikirler tolera edilmiyor, cezalandırılıyor. Bunlar beni tedirgin eden gelişmeler doğrusu.

Peki, Güney Kürdistan'da seçimlerin demokrasi açısından ileri bir adım olduğu tespiti yapılmakta. Parlamentodaki yeni dengelerin Türkiye, Irak merkezi hükümeti ve Amerika ile ilişkilerde mevcut sürdürülen politikaların dışında etkileri olabilir mi? Yoksa daha çok iç politik dengelerde mi belirleyici olur?

Hem içeride hem dışarıda etkileri olacaktır. 91-93 döneminde bölgede epeyi bir zaman kaldım ve 92 seçimlerini yakından izledim. Bölge ilk defa seçim sandığı ile özgürlük koşullarıyla tanışmıştı, ama KDP ve YNK'nın kurduğu Kürdistan Cephesi deyim yerindeyse halkın iradesi üzerine bir tekel kurmuştu. Seçim sonuçlarına müdahale edildiğini çok iyi biliyoruz. Fifty fifty, yüzde eli yüzde elli demokrasi dediğimiz bir parlamento gerçekliği sağlandı. Bu biraz da müdahale edilerek sağlandı tabi.
Bunun böyle gitmeyeceği çok belliydi. Daha sonra bazı tartışmalar, çatışmalar oldu, süreçler ertelendi, başka seçimler gündeme geldi. Fakat Irak'ın işgalinden sonra iş ciddileşti. Bölgesel parlamento kuruldu, iki parti birleşti, peşmerge güçleri birleştirildi, bir ulus devletin alt yapısı oluşturuldu. Fakat bu iki parti ciddi manada yolsuzluğa, hırsızlığa ve talana bulaştılar. Dolar milyardarı olan bir çok şahıs KDP ve YNK'li yöneticiler. Ama halk sefaletle , yoklukla koyun koyuna yaşıyor.
Özgür Kürdistan'ın gençleri, Kürdistan'dan kaçıp Avrupa'nın metrolarından yatıyorlar, mülteci olmak için kuyruklara giriyorlar. Bu Amerika'nın gözünü korkutmuştu. Amerika, özellikle son iki yıldır bu konuda eleştirel bir tutum aldı. Sivil toplum, basın özgürlüğü, düşünce ve örgütlenme özgürlüğü konusunda çok ağır eleştiriler yöneltildi.
Örneğin Hollanda'da bir sivil toplum örgütünün okuduğum raporunda Güney Kürdistan konusunda yaşanan bir hayal kırıklığından bahsediliyordu. Yolsuzlukta Güney Kürdistan dünyanın ilk beşi arasına giriyor.

Kürdistani Liste yüzde 57 oy alırken, Başkanlık seçiminde Mesud Barzani, yüzde 70 civarında oy alıyor, Bu sonucu Mesud Barzani'ye güven konusunda önemli bir destek olarak okumak gerekmez mi?

Barzani ailesi yolsuzluğa, hırsızlığa bulaşmış bir aile olduğu yönünde çok iddialar var ama herkes Mesud Barzani'yi bunun dışında tutuyor. Ne kadar doğru onu bilemeyiz, ama yapılanlar Mesud Barzani'ye rağmen yapılıyor. Çocukları yapıyor, yeğenleri yapıyor, Neçirvan yapıyor. Mesud Barzani'nin hem hükümetin hem de oradaki siyasi dinamiklerin üzerine çıkan bir otoritesi var. Duruşları ve söylemleri kitlelere güven veriyor.
Şurası bir gerçek, testi çatladı, artık iki partili, yüzde elli yüzde elli sistemine dayalı bir yapı Kürdistan'da mümkün değil. Amerikan'ın da peşinden koştuğu buydu. Bu böyle devam etseydi, aşiretçi, aileci ilişkiler devam etmiş olsaydı, Kürdistan İran destekli islami alternatifin eline geçme riski ile karşı karşıya kalıyordu ki, bölgede radikal islami hareket oldukça yükselmişti. Bunun mayası da var.
Hükümet zayıflatmıştır. Hükümet artık, Amerikan'ın da, Irak'ın da üzerinde eskisi gibi etkili olamayacaktır. Bunu böyle görmek lazım. Bu durum önümüzdeki dönemde Kürdistan'da yeni bir seçimi de tetikleyebilir. YNK'de çok ciddi sıkıntılar olacaktır. Şunu destekleyelim; Goran hareketi bir demokratik alternatif olarak yükselsin. Yalnızca Soran bölgesinde değil, diğer bölgede de.
Çünkü peşinden koşulan iç ve dış dinamiklerin talebi de demokratik Kürdistan'dır. Tabi Noşirvan Mustafaların izleyeceği politikalara burada önemli.
Uluslararası Kriz Grubu'nun “Irak ve Kürtler” adlı son raporunda Güney Kürtlerinin Türkiye'ye katılmak istediklerine ilişkin görüşler yayınlandı. Gerçekten Güney Kürtleri Türkiye'ye bağlanmak mı yoksa karşılıklı bağlılık ilişkisi mi istiyorlar?
Güney Kürtlerinin ne istediği pek önemli değil. Önemli olan ne kadarını hayata geçirebilecek güce sahip olmalarıdır. Ona uygun politik perspektife ve araçlara sahip olabilmeleridir. Güney Kürtlerinin eli zayıflıyor, Türkiye'nin eli güçleniyor. Bu gerçeği kabul etmek ve buna uygun bir tutum almak gerekiyor. Kriz Grubu, Irak'ın parçalanacağına işaret ediyor. Kürtlerin durumu ne olacak diye bizi de fikir eksersizi yapmaya teşvik ediyor. Bu raporu okuduğum zaman 1920'lerde Cemiyeti Akvam'ın Musul Kürtleri ile ilgili yayınladığı rapor aklıma geldi. O raporda yine Kürtlerin geleceği tartışılıyor ve şu belirleme yapılıyor: “Kürtler kendi kendilerini idare edemiyorlar. Kürtleri bir ülkenin yönetimine bırakmak gerekir” diye.
Bu günde uluslararası dünyanın ve Amerika'nın da bu noktaya geldiğini görüyoruz. Hem olumlu hem olumsuzdur. Olumsuz yanları bana daha ağır basıyor. Kürtlerin bir hamiye ihtiyaçları var. Bu olmada çağdaş bir yönetim, Uluslar arası sistemin arzu ettiği tarzda bir yönetim sürdürebilecek güce sahip değiller. Özellikle Amerika diyor ki, kendi ülkelerinde özgür dış ilişkilerinde Türkiye'ye bağlı, Türkiye ile Kürtlerin ilişkilerini geliştirip, Türkiye'ye bir hamilik rolü verip, Kürt meselesini Türkiye'nin otoritesine sokmak istiyorlar. Tabi Türkiye buna uzun yıllar direniyordu ama görüyoruz ki, 2007'den sonra Türkiye bu konuda bir politik değişikliğe doğru gidiyor.
Çok dikkatli konuşmak gerekiyor, bu sefer Özal'ın 1990'larda gündeme getirdiği projeyi bir biçimde hayata geçirebileceği izlenimini verebiliyor. Fakat nasıl olacağını bilmiyoruz. Kişisel görüşüm Türkiye kesinlikle Güney Kürdistanı kendi içine almaz. Hala Türkiye ırkçı paranoyasından kurtulmuş değil, kurtulacak gibi de görünmüyor.

Teşekkür ederim.

Ben teşekkürüm ederim.Yayınlanma:: 2009-08-01
Etiketler

#buttons=(Kabul etmek!) #days=(20)

Web sitemizde çerezler kullanılmaktadır.Daha fazla bilgi edin
Accept !
Yukarı Git