Kürt ve Kürdistan sorunu ağır bedellerin ödendiği bir süreçten bugünlere geldi. Lafta ve kalemde kolay olsa da yaşamda kolay değil bedel ödemek ve ödemeye devam etmek. Kürdistan sorununa ilişkin devlet tarafından yasaklanmış sosyal-siyasal sorunları tartışmaya açmanın bedeli, uzun hapislik yılları, üniversitelerden, Türkiye'nin bilim çevrelerinden, basın yayın ve sivil toplum kuruluşlarınca tecrit edilme veya görmezden gelinme... İşte bir bilim insanı için bedel bu! Sorun yalnızca bedel ödetenler değil, uğruna mücadele edilen Kürtlerden de kaynaklanan hayal kırıklığı var. Kürtler neden kendileri olamıyor, kendilerini yaşayamıyorlar? Bu kadar mücadele ve yolun katedilmesi sonucu Kürtlerin talepleri yeterli mi? Kürt açılımında gelenin nokta nedir? Kürtler, bireysel hakları kolektif haklara nasıl dönüştürebilirler? Kürt ve Kürdistan algısında kırılmalar ve erozyonlar nelerdir? Sosyolog ve yazar İsmail Beşikçi ile daha önce kendisine sorulmayan ve konuşulmayanları konuştuk. / Çetin Çeko
***
"Akademik çevrelerde, Basın-Yayında, kurumsal olarak, ciddi değişikliler olduğu kanısında değilim. Türkiye’de, üniversite yüksek yargı ile birlikte, resmi ideolojiye, kolay ve rahat bir şekilde uyum gösteren kurumların başında yer almaktadır."
"Öcalan’ın, yakalanıp İmralı’ya getirilmesinden sonra geliştirdiği söylem Kürt ve Kürdistan algısında kırılmalar, erozyonlar yaratmıştır."
"Kürtlerin kendi kimlikleriyle siyaset yapma hakları elbette vardır. PKK’siz barışın olamayacağı da açıktır."
"Avrupa’ya gitmiyorum. Avrupa’nın Kürtlere çok borcu vardır. Bunun kişisel bir tavır olduğunu belirtmem gerekir. Hiç kimseye bir şey söylüyor, öneride bulunuyor değilim. Benimki, sadece Avrupa’ya protesto…"
"Kürtlerin, bu kadar büyük bir nüfusa rağmen, uluslararası planda geçerliği olan hiçbir statüye sahip olmamaları, çoğunluğunun bunu dert edinmemesi dikkate değer bir durumdur. Kendi içlerinde değil, Araplarla, Türklerle, Farslarla kardeşlik aramaları, örneğin Türkiye’de kendilerini değil, çoğu zaman Türk’ü yaşamaları yine dikkate değer. Bu olumsuz süreçlerden ve ilişkilerden dolayı Kürdistan’a da gitmiyorum."
"Hükümetin, Kürt haklarını bireysel haklarla sınırlamak gibi bir niyeti, düşüncesi olabilir. Bunu kolektif haklara çevirmek, bu hakları büyütmek, çoğaltmak Kürtlerin elindedir."
"Açılımdan geriye hiçbir şey kalmadı demek de doğru değildir."
***
Sayın Hocam, iktidarın Kürt sorununda olumlu adımlar atması gerekir diyorsunuz. Hükümet, Kürt açılımını ucu açık sürecin başlangıcı olarak sunduysa da, Kürt sorununu bireysel ve kültürel haklarla sınırlayarak ucu kapalı bir siyaset yürütmeye çalıştığı ortaya çıktı. Gelinen noktayı nasıl değerlendiriyorsunuz?
Hükümet, Kürt sorununda olumlu adımlar atamıyor. Geçen yılın ortalarında Kürt açılımından söz edilmişti. Kürt açılımı kavramına Adalet ve Kalkınma Partisi’nin kendi tabanından, ordudan, Cumhuriyet Halk Partisi’nden, Milliyetçi Hareket Partisi’nden, bazı sivil toplum örgütlerinden eleştiriler geldi. AKP’nin kendi tabanından da eleştiriler gelmesi, hükümetin, partinin bu konuda ciddi bir planı olmadığını göstermektedir. Bundan dolayı kolayca geri adım atmıştır. Kürt açılımı yerine demokratik açılım, daha sonra milli birlik ve kardeşlik projesi denmeye başlamıştır.
19 Ekim 2009’da, Qandil’den ve Mahmur’dan gelen ve Habur’dan giriş yapan PKK’liler, büyük Kürt halk kitleleri tarafından çok büyük sevinçlerle karşılanmıştır. Kürtlerin bu sevinci devlet ve hükümet tarafından, ordu ve güvenlik güçleri tarafından, siyasal partiler ve bazı sivil toplum örgütleri tarafından, basın tarafından hoş karşılanmamıştır. Halbuki bu, barış olacak, çocuklarımız gelecek… diye anlaşılması gereken bir sevinçti. Açılım anlayışı bundan sonra durdu.
Kanımca açılım sürer. Şöyle sürer. Kürtler Kürt toplumu olmaktan doğan bazı haklarını fiili olarak kullanır. Hükümet de buna ses çıkarmayabilir. Barış ve Demokrasi Partili belediyeler, Kürt sivil toplum örgütleri bazı haklarını fiilen ve kararlı bir şekilde kullanabilirler. Kürtçe konuşmak için izin istemek, böyle bir beklenti içinde olmak doğru değildir. Hükümetin, Kürt haklarını bireysel haklarla sınırlamak gibi bir niyeti, düşüncesi olabilir. Bunu kolektif haklara çevirmek, bu hakları büyütmek, çoğaltmak Kürtlerin elindedir. Kürtlerin Kürt toplumu olmaktan doğan hakları, kararlı ve sistematik bir şekilde kullanılarak kazanılacak haklardır.
Açılımdan geriye hiçbir şey kalmadı demek de doğru değildir. Basında, örneğin televizyonlarda, radyolarda, gazetelerde, Kürt sorunuyla ilgili çok önemli tartışmalar oluyor. Bu konuşmaların, konferansların, tartışmaların sürmesi önemlidir. Günde 24 saat Kürtçe yayın yapan TV Şeş’in varlığı elbette önemlidir.
Kürt sorununun çözüm engeli yalnızca devlet, devletin resmi kurumları, üniversiteler, “sivil toplum örgütleri” ile sınırlı değil. Resmi devlet ideolojisinden kaynaklanan sıradan bir Türk’ün başkalarıyla eşitliği kabul etmeme sorunu da var. Bazıları bunu “Türk sorunu” olarak da adlandırıyor. Sanırım siz ise Kürtlerle Türkler arasında ruhsal açıdan kopukluk olarak tanımlıyorsunuz. Bu ruhsal kopukluğun ortadan kalkma şartları nelerdir? Bu şartlar var mı?
Türk halkının, Kürtlerle, Kürtçeyle ilgili bilgileri devlet kaynaklı, resmi ideoloji kaynaklı bilgilerdir. Bunlar da inkâra, imhaya, aşağılamaya, horlamaya dayalı bilgilerdir. Halk devlet kaynaklı, resmi ideoloji kaynaklı bu bilgilere göre tavır ve davranış sergiler…
Örneğin Kürtçenin bir dil olmadığı resmi ideolojinin bilgisidir. Sıradan bir Türk de bunu böyle bilir, bir öğretmen, profesör, hakim vs. de böyle bilir. Kürtçenin dil olduğunu anlattığınız zaman da, “dildir ama grameri yoktur” der. “20-30 kelimesi bile yoktur…” denerek aşağılanması sistematik bir tutumdur.
Bunun için her şeyden önce, devletin, resmi ideolojinin bu tutumunun eleştirilmesi, bu eleştirinin sürekli olası gerekir…
Devletin Kıbrıs politikasının ve Kürt politikasının birbirleriyle karşılaştırılması önemli olmalıdır. Devlet nüfusu 200 bin civarında olan Kuzey Kıbrıs Türk Cumhuriyeti’ne karşı nasıl bir politika izliyor, nüfusu 20 milyondan fazla olan Kürtlere karşı nasıl bir politika izliyor? Devletin, hükümetin Filistin sorununa karşı izlediği politika ile Kürtlere karşı izlediği politikanın karşılaştırılması yine önemli olmalıdır.
Kürtlerle Türkler arasındaki ruhsal kopukluktan söz ettiniz. Bunun en iyi örneği, merhum, Prof. Dr. Türkan Saylan hakkında yazılanlardır. Türk kamuoyu Türkan Saylan’ı, hümanist, insanlığın kurtarıcısı, ezilenler için, yoksullar için mücadele eden bir kişi olarak algılar. Halbuki gerek Profesör Saylan, gerek Çağdaş Yaşama Destekleme Derneği Kürt çocuklarının özellikle Kürt kız çocuklarının asimilasyonunda çok önemli bir halkadır. Çağdaş Yaşamı Destekleme Derneği ve bu dernekte çalışan profesörler, yazarlar vs. Kürt halkına karşı insanlık suçu işlemektedirler. Bu süreç Kürtler ve Türkler arasındaki ruhsal kopukluğu açıkça göstermektedir.
Çağdaş Yaşamı Destekleme Derneği’nin yoksullar yanında, ezilenler yanında yer aldığı bilgisi de doğru değildir. Kürt köyleri yakılıp yıkılırken, ormanlar yakılırken, Kürt aileler yerlerini yurtlarını terke zorlanırken, “faili meçhul” denen ama artık failleri tastamam bilinen cinayetler arka arkaya işlenirken, devletlin kurup geliştirdiği Hizbullah Kürt kırımı gerçekleştirirken… bu örgütün bu örgütte çalışan profesörlerin, yazarların, gazetecilerin devlete karşı küçücük bir eleştirileri olmamıştır. Bu Kürt ailelerin, özellikle kadınların ve çocukların büyük travmalar yaşadıkları, şehirlerin varoşlarına ilişip yaşam mücadelesi verdikleri biliniyor. İşte Çağdaş Yaşamı Destekleme Derneği, Kürt ailelerle böyle bir ortamda ilişki kurmaktadır. Kız çocuklarını alıp pansiyonlara yerleştirmekte, onlara burs sağlamakta, Türk dili ve kültürüyle yetişmeleri için yani asimile edilmeleri için çaba sarf etmektedir. Bu da ancak devlet bürokrasisi ile, büyük burjuvaziyle, basınla ve askeri bürokrasiyle birlikte yürütülebilecek bir eylemdir. Bu derneğin insan hakları kurumlarıyla çalışmadığı biliniyor. Hâlbuki bu profesörler, yazarlar, basın mensupları Bulgaristan’da 1985-1988 arasında, Türklerin asimile edilmelerine şiddetle karşı çıkmışlardı.
Bilimin temel koşulu düşün özgürlüğüdür, özgür eleştirinin kurumlaşmasıdır. Ama Çağdaş Yaşamı Destekleme Derneği’nde çalışan profesörlerin, yazarların, basın mensuplarının büyük bir kısmı, düşün yasaklarına karşı çıkmamışlardır. Bu, resmi ideolojiyi, düşün yasaklarını savunmak anlamına gelir.
Açılımın önemli hedeflerinden biri de Kürtlerin kendi siyasal kimlikleriyle siyaset yapmalarının yolunu açılmasıydı. KCK operasyonlarıyla bu konuda tam tersi uygulamalar yapıldı. AKP, BDP ile görüşürken diğer yandan Erdoğan, BDP ve kadrolarını hala hedef olarak göstermekte, KCK davasında yargıyı baskı altına alıcı beyanlarda bulunmakta. Oysa çatışmaların yaşandığı bir Türkiye’de PKK’sız barışın olamayacağını birçok çevre ve aydın dinlendiriyor. Bu konuda neler söylemek istersiniz?
Kürtlerin kendi kimlikleriyle siyaset yapma hakları elbette vardır. PKK’siz barışın olamayacağı da açıktır. Devlet ve hükümet, Barış ve Demokrasi Partisi’yle, Abdullah Öcalan’la, PKK’yle görüşebilmelidir. Bu görüşmeler, hal-hatır soran görüşmeler değil, sorunu müzakere eden bir görüşme olmalıdır. KCK operasyonu bu bakımdan yanlıştır. KCK operasyonuyla tutuklananların en kısa zamanda serbest bırakılmaları gerekir. Devletin, hükümetin, PKK’yi tasfiye edeceğiz anlayışı yanlıştır. Bu mümkün değildir, gerekli ve yararlı da değildir.
Kürt sorunu, Kürtlerin, Kürt toplumu olmaktan doğan haklarının gasp edilmesiyle ilgili bir sorundur. Hükümet, devlet, gasp edilen bu hakların iadesi konusunda tek taraflı olarak, kendi iradesiyle adım atabilir. Ama PKK’den doğan sorunları ancak PKK’yle görüşerek çözümleyebilir.
Son dönemlerde altı yüze yakın bölge STK’larının Kürt sorununun çözümüne ilişkin aktif tavır aldıkları gözlemlenmekte. Bölge STK’larının demokrasi mücadelesi ve Kürt hareketindeki çok sesliliğe katkıları neler olabilir?
Kürt bölgelerinde, sivil toplum örgütlerinde gelişmeler vardır. Gelir dağılımında büyük bir dengesizlik vardır. Ama kapitalizm de gelişmektedir. Sanayi ve ticaret gelişmektedir. Sanayicilerin ve ticaret adamlarının önemli bir kısmı AKP ile hareket etmektedir. Fakat AKP’yi, zaman zaman hükümeti Kürt hakları konusunda uyarmakta ve baskılamaya çalışmaktadır. Ama kendi milli değerlerine Kürtlerin Kürt toplumu olmaktan doğan haklarını savunan bir Kürt burjuvazisinden söz etmek kanımca doğru değildir. Kürt sivil toplum örgütlerinin, bölgede demokrasinin gelişmesine katkıları elbette büyüktür.
Eleştirdiğiniz önemli bir konu da Kürtler ve Kürdistan algısının sağlıklı olarak yapılmadığı. Özellikle Abdullah Öcalan’ın yakalanmasından sonra PKK’daki programatik ve ideolojik erozyonun bunda rolü yok mu?
Öcalan’ın, yakalanıp İmralı’ya getirilmesinden sonra geliştirdiği söylem Kürt ve Kürdistan algısında kırılmalar, erozyonlar yaratmıştır. Bu erozyonların önüne, ancak, Kürtlerin Kürt toplumu olmaktan doğan haklarının sağlıklı ve kararlı bir şekilde savunulmasıyla geçilebilir.
Artık Kürt sorunu açıkça tartışılmaya, konuşulmaya başlanıyor. Bilim ve akademik çevrelerinde gerçekten de bilimsel kriterlere uygun bir değişim gözlüyor musunuz? Bu anlamda bir bilimsel özerklik gelişiyor mu? Basın yayın organlarının tutumunda bir değişim söz konusu mu? Yoksa devletin tutumunda bir yumuşama olduğu için onlar da artık tehlikesiz olan bir alanda olmanın rahatlığını mı yaşıyor?
Akademik çevrelerde, Basın-Yayında, kurumsal olarak, ciddi değişikliler olduğu kanısında değilim. Türkiye’de, üniversite yüksek yargı ile birlikte, resmi ideolojiye, kolay ve rahat bir şekilde uyum gösteren kurumların başında yer almaktadır. Ama her iki çevrede de resmi ideolojiyi eleştirebilen kişiler vardır. Bunların sayıları da gün geçtikçe artmaktadır.
Hakkâri Üniversitesi’nde ve Mardin Artuklu Üniversitesi’nde Kürt dili ve edebiyatı ile ilgili bazı girişimler vardır. Ama bunlar utangaç girişimlerdir ve yeterli değildir.
En zor zamanlarda bile yurt dışına çıkmayı istemediniz, denemediniz bile. Diaspora'daki Kürt kurumlarından, Avrupa ve ABD'deki akademik çevrelerden konferans ve toplantılar için davet aldığınızda bunlar için bile yurt dışına seyahat etmeyi geri çeviriyorsunuz. Bildiğim kadarıyla ödül ve burs tekliflerine de kapalısınız. Bunların nedenlerini açıklar mısınız? Örneğin çeşitli konferanslar için dışarıya çıkmak bu konunun daha geniş platformlarda tartışılmasına katkıda bulunmaz mı?
Birinci Dünya Savaşı sonunda, Milletler Cemiyeti döneminde, 1920’lerin başlarında Kürtlerin başına büyük bir felaket gelmiştir. Kürtler ve Kürdistan bölünmüş, parçalanmış ve paylaşılmıştır. Bu, bir insanın iskeletininin parçalanması, beyninin dağılması gibi bir etki yaratmıştır. Dönemin emperyal devletleri Büyük Britanya ve Fransa, Ortadoğu’daki Türk, Arap ve Fars yönetimleriyle işbirliği içinde Kürtlerin başına lanetli bir çorap geçirmişlerdir. Bu dönemde, Araplar da bölünmüştür, ama Araplar, her bir Arap prensliğine ayrı bir devlet olarak bölünmüştür. Kürtlerse, Kürt adı ve Kürdistan adı tarihlerden ve yeryüzünden silinmek üzere bölünmüştür. İki bölünme ve parçalanma arasında nitelik olarak çok büyük bir fark olduğu açıktır. Bugün, Basra Körfezi’nden, Fas’a kadar 22 bağımsız Arap devleti vardır.
Kürtlere ve Kürdistan’a karşı sürdürülen böl-yönet politikası dönemin en önemli emperyal politikasıdır. Kalıcı ve geniş bir alanı kapsayıcı bir politikadır. Böl-yönet-yoket şeklinde yaşama geçen bir politikadır. Kürdistan sömürge bile değildir. Klasik sömürgelerde böl-yönet olarak yaşama geçen politikalar Kürdistan’da böl-yönet-yoket şeklinde yaşama geçmektedir.
Dönemi anlatacak en önemli soru şudur kanısındayım. Çöken Osmanlı İmparatorluğu’ndan geriye kalan bazı topraklar üzerinde, manda devletler (sömürgeler) kurulmuştur. İngiltere’ye bağlı Irak, Ürdün ve Filistin, Fransa’ya bağlı Suriye ve Lübnan bu dönemde kurulmuşlardır. Bu dönemde, neden bir Kürdistan mandası kurulmadığı, irdelenmesi gereken önemli bir soru olmalıdır. Kaldı ki bu dönemde, örneğin Şeyh Mahmud’un, Güney Kürdistan’da, “Ben Kürdistan kralıyım, beni Kürdistan olarak tanı” diyen bir milli hareketi de vardı. Şeyh Mahmud Berzenci, bunu İngiltere’ye söylüyordu. Emperyal devletler İngiltere ve Fransa ise, değil bağımsız bir Kürt devletini, sömürge bir Kürdistan’ı bile düşünmediler. Böylece Kürtler ve Kürdistan, Osmanlı İmparatorluğu’nun devamı olarak kurulan Türkiye Cumhuriyeti, İran İmparatorluğu’nun devamı olarak kurulan yeni İran Şahlığı, dönemin emperyal devletleri İngiltere ve Fransa’nın işbirliğiyle bölündüler, paylaşıldılar. Bu yıllardan sonra, Kürtlerden gelen her türlü milli ve demokratik talep bu güçlerin işbirliği içinde baskı altında tutulmaya başlandı.
Sovyetler Birliği de ulusların kendi geleceklerini tayin hakkı temel ilkesini en çok konuşanlardan olasına rağmen anti-Kürt politikada Londra’dan ve Paris’ten hiç geri kalmadı.
İngiltere anti-Kürt politikada başı çeken bir devlettir. Bu ülkede hükümeti kim kurarsa kursun, ister İşçi Partisi, ister muhafazakârlar, ister liberaller olsun hepsi de anti-Kürt’tür. Her zaman Kürt isteklerinin karşında, Kürtleri ezenlerin yanında yer almışlardır. Fransa için de durum aynıdır. İster sosyalistler olsun, ister cumhuriyetçiler olsun, ister halk cephesi olsun her zaman anti-Kürt’türler. İkinci Dünya Savaşından sonra, İngiltere Güney Kürdistan üzerindeki egemenlik haklarını Irak’a, Fransa’ da Güneybatı Kürdistan üzerindeki egemenlik haklarını Suriye’ye devretmiştir. Bu özel hukuktaki miras haklarının devredilmesi gibi bir süreçtir. Hâlbuki her iki dönemde de Kürtler milli hakları için mücadele içindedirler. 1919-20’lerde Güney Kürdistan’da Şeyh Mahmud Berzenci’nin, İkinci Dünya Savaşı sürecinde de İran’da, Mahabad Kürt Cumhuriyeti olayı vardır.
İngiltere’nin ve Fransa’nın tutumu, Kürtler konusunda Avrupa’yı biçimlendiren bir etki yaratmıştır. Bugün bile Avrupa, Kürt isteklerini hala, Türkiye’nin istediği şekilde “terör” olarak algılamaktadır. Sovyetler Birliği’nin anti-Kürt tutumu, Kürtlere karşı ezenlerden, emperyalistlerden, sömürgecilerden yana olan tutumu da, Doğu Bloku ülkelerini, üçüncü dünya ülkelerini biçimlendirmiştir. Avrupa Konseyi üyesi, Andorra, San Marino, Monaco, Liechtenstein gibi nüfusu 30 bin 40 bin olan devletler, Ortadoğu’da en az 40 milyon olan Kürtlerin geleceğini belirlemektedirler. Ve Avrupa’nın vicdanı denen Avrupa Konseyi bundan hiç rahatsızlık duymamaktadır..
Bütün bunlardan dolayı Avrupa’nın bu tutumunu protesto ediyorum, Avrupa’ya gitmiyorum. Avrupa’nın Kürtlere çok borcu vardır. Bunun kişisel bir tavır olduğunu belirtmem gerekir. Hiç kimseye bir şey söylüyor, öneride bulunuyor değilim. Benimki, sadece Avrupa’ya protesto… Bugün Avrupa’da, çeşitli ülkelerde yaşayan çok değerli arkadaşlarım var ve çok iyi işler yapıyorlar…
2003’de ABD’nin Irak’a, silahlı müdahalesinden sonra, Kürdistan Bölgesel Yönetimi kurulmuştur. Bu, Kürtlerin tarihinde ciddi bir dönüm noktasıdır.
Aynı biçimde Kürdistan'a da seyahat etmiyorsunuz. Örneğin bir Diyarbakır ya da Dersim'de konferans vermek anlamlı olmaz mı? Her iki yönde ne tür eleştiri ve öneriler alıyorsunuz?
Kürtlerin, yukarıda kısaca belirtmeye çalıştığım bu olumsuz duruma güçlü bir eleştirileri olmadığı kanısındayım. Kürtlere hiçbir statü vermeyen Milletler Cemiyeti dönemi… Kürtlerin başına geçirilen lanetli çorap… Milletler Cemiyeti’nin uluslararası barışı kuramadığı, İkinci Dünya Savaşı’na engel olamadığı söylenir. 1945’de uluslararası barışı kurup güçlendirecek yeni bir kurum olarak Birleşmiş Milletler düşünülür. Ama Birleşmiş Milletler kurulurken, dünyada, bütün ilişkilerde büyük değişiklikler olurken, Kürdistan’da 1920’lerde, Milletler Cemiyeti döneminde kurulan statükoda hiçbir değişiklik olmaması, bölünmüş, parçalanmış ve paylaşılmış Kürdistan’ın aynen sürdürülmesi dikkate değer bir durumdur. Bu ilişkilere ciddi bir tepki gelişmediği kanısındayım.
Koçgiri’yi, 1924 Beytüşşebap ayaklanmasını, 1925 Kürt direnişini, Şeyh Said’i, İhsan Nuri’yi, Ağrı ayaklanmasını, Seyit Rıza’yı, Dersim direnişini, Kadı Muhammed’i, Mele Mustafa Barzani’yi, PKK’yi, Abdullah Öcalan’ı, bunların yürüttükleri mücadeleleri biliyorum. Bunların fedakâr, vefakâr mücadeleler olduğunu da biliyorum. Ama bütün bunlar şu soruların sorulmasına, şu ilişkilerin irdelenmesine engel değildir. Ortadoğu’nun ortasında 40 milyonsun ama küçücük bir siyasal statüye sahip değilsin. Birleşmiş Milletler’de, Avrupa Konseyi’nde, Avrupa Birliği’nde, İslam Konferansı’nda, İslam Kalkınma Örgütü’nde, Avrupa Güvenlik ve İşbirliği Teşkilatı (AGİT) de hak, hukuk, özgürlük denildiği zaman senin adın geçmiyor. Senin adın sadece “terör” denildiği zaman geçiyor. “Terörün kökünü kazıyacağız”, terörü yok edeceğiz” şeklinde…
Bugün dünyada 207 devlet var. 207 devletin 192 si Birleşmiş Milletler’ in de üyesi. Bu 207 devletten belki 40’ının belki de daha fazlasının nüfusu bir milyonun altındadır. Kürtlerin, bu kadar büyük bir nüfusa rağmen, uluslararası planda geçerliği olan hiçbir statüye sahip olmamaları, çoğunluğunun bunu dert edinmemesi dikkate değer bir durumdur. Kendi içlerinde değil, Araplarla, Türklerle, Farslarla kardeşlik aramaları, örneğin Türkiye’de kendilerini değil, çoğu zaman Türk’ü yaşamaları yine dikkate değer. Bu olumsuz süreçlerden ve ilişkilerden dolayı Kürdistan’a da gitmiyorum. Bunu kişisel bir tavır olduğunu yukarıda belirtmiştim. Bugün Kürdistan’da yaşayan çok değerli arkadaşlarım var. Bu yaşam biçiminin çok değerli olduğunu düşünüyorum.
Bilimsel bilgi ve eleştirel düşünce konusunda Kürt siyaset dünyasında da sorunlar var. "Aydınlar.." makaleniz bir hayli tartışma yarattı. Öcalan ve PKK ile ilgili daha önceki eleştirileriniz bu çevrelerde tepki ve tavır geliştirilmesine neden olmuştu. 1984 sonrası gerilla mücadelesi ve PKK ile ilgili tespitleriniz de diğer Kürt örgütlerince tepkiyle karşılanmıştı. Bu tepkileri nasıl karşılıyorsunuz, dışlamaya ve tehdide varan boyutları oldu mu?
Özgür eleştiri bilimin ve demokrasinin önemli bir ilkesidir. Özgür eleştirinin kurumlaşması için çaba sarfetmek önemli olmalıdır. 1984’de ve sonrasında Beşikçi’nin eleştirilmesi haklı nedenler içermiyordu. 2006 ve sonrasında, Beşikçi’nin eleştirilmesi yine sağlıklı değildi. Ama eleştiri her zaman olmalıdır. Bilimi ve düşün hayatını geliştirecek en önemli yöntem budur. Her eleştirinin, uyarının ufuk açıcı bir yönü vardır.
Sizce bilim insanları ve aydınlar ile politik örgütler ve siyasi hareketler arasında nasıl bir ilişki olmalı?
“Tarafsızlık” çoğu zaman yanlış bir tutumdur. Bilim insanları aydınlar her zaman ezilenlerin, horlananların yanında yer alır. Bilim insanları, aydınlar, politik örgütlere siyasal hareketlere sempati duyabilir. Ama bunların aktif bir savunucusu olmamalıdır. Kişinin hayatında, eleştiri, özeleştiri dinamik bir şekilde yaşam bulmalıdır.
Değerli zamanınızı bana ayırdığınız için teşekkür ederim.
cetin.ceko@gmail.com
2010-11-03