Ayaz: Türkiye’nin Kürdistan gerçekliğiyle yüzleşmesi gerekir!


Müzakere söyleşilerimizin son konuğu Kürt siyasetçi Bayram Ayaz. Sürecin ikili yönü olduğunu ifade eden Ayaz, birincisi PKK’nin sivil ve demokratik direniş mücadelesine göre kendisini dönüştürmesi, ikincisi ise Türk devletinin bölgede enerji koridorları ve kaynakları politikalarına uyumlu olarak adım atmasıdır diyor. Dikkat ve kaygıyla izlenmesi gereken görüşmelerdeki ucu açık politik hedeflerin olduğunu belirten Ayaz, Türk devletinin amacı, Kürtleri kısmi bireysel hak ve özgürlükler çerçevesinde “uslu Türkiye vatandaşları” ve statüsüzlüğe razı etmektir tespitinde bulunuyor. Kürtlerin bunu kabul etmeyeceğini vurgulayan Ayaz, Kürt halkının davası, özgürleşme ve toprakları üzerinde demokratik araç ve yöntemlerle kendini yönetme hakkını elde etmesidir diyor.

Çetin Çeko

Sayın Ayaz, bir kısım çevreler hükümetin MİT aracılığıyla Öcalan’la sürdürdüğü müzakerelerin Kürt sorununun çözümüne yönelik olduğunu belirtirlerken, bir kısım çevreler de Kürt hareketinin “Türkiyelileştirilmesi”, Kürt sorununun sürdürülebilir bir kriz şeklinde idare edilmesi süreci olarak değerlendirmekte. Sizce söz konusu müzakerenin hedefi nedir?

MİT kanalıyla Hükümetle Öcalan arasında sürdürülen görüşmelere ve “mektupla ikna trafiğine” sadece iki boyuttan, çözüme yönelik midir değil midir boyutlarından bakmak, süreci kavramak açısından eksik kalır kanısındayım. Bu görüşmelerin, uluslararası ve bölgesel jeostratejik gelişmelerden etkilenme boyutları var. Türkiye’de devlet ve iktidarın “kansız el değiştirme süreciyle” ilgisi var. Kürd hareketinin vardığı düzeyle ilintili yanları var. Süreci etkileyen bütün bu önemli arka planları, analiz ve değerlendirmelerimizde yeterince göz önünde bulundurmazsak, kısa yoldan “evetçi” veya “hayırcı” konumlara sürükleniriz. Bu doğru bir tavır olmaz. Sürecin mutlaka desteklenmesi gereken yanları var. Diğer yandan dikkatle, hatta kaygıyla izlenmesi gereken nereye varacağı şimdiden pek belli olmayan ucu açık politik yanları da var.

Bu çerçevede süreci tarif edersek, kaygılardan uzak tam destek verilmesi gereken iki boyut var.

Birincisi, Kürd hareketinin Türkiye ve Kuzey Kürdistan’da şiddet kullanmaya, yani silahlı mücadeleye son vermesi, sivil ve demokratik mücadele yöntemlerine geçiş yapması. Bu hem halkımızın arzusudur, hem de politik konjonktürle uyumlu bir karardır. PKK’nin bu kararına, dolayısıyla kendisini sivil ve demokratik direniş mücadelesine göre dönüştürmesine destek verilmelidir.

İkincisi, bu süreç enerji kaynakları ve enerji koridorları jeostratejik politikalarıyla uyumludur. Bundan hem Türkiye, hem Kürdistan kazançlı çıkar. Yine devletleşme ve politik-ekonomik egemenlik perspektifi açısından bu süreç Kürdistan halkının özlemlerinin gerçekleşmesine katkıda bulunabilir. Bu da yurtsever Kürd hareketinin kendisini buna hazırlamasına bağlı. Sürece tam destek verilmesi gereken ikinci önemli ve de tarihi boyutu da budur.

Dikkat ve kaygıyla izlenmesi gereken yan da, görüşmelerdeki ucu açık politik hedefler. Türk devletinin amacı belli: Kürdleri, kısmî bireysel hak ve özgürlükler çerçevesinde “uslu Türkiye Vatandaşları” statüsüzlüğüne razı etmektir. Bu olur mu? Hayır. Kürdler bunu kabul etmezler. Türk tarafından dürüst ve içten demokratlar, hakiki liberaller de böylesi bir kandırmaca orta oyuna alet olmazlar. Türkiye’de gerçek bir demokrasinin yerleştirilmesi ile Kürd halkının ve dini/kültürel azınlıkların evrensel meşru haklarının kısıtsız sağlanması arasında doğrudan bir ilişki var. Ala turka, palyatif “çözümler” Türkiye’yi sıkıntılarından kurtarmaz. Bu süreç Türkiye için de bir fırsattır. Türkiye’nin politik yönlendiricileri sık sık “Dünyanın birinci lig ülkeleri arasına yükselecek Türkiye” hedefinden söz ediyorlar. Bu ancak birinci kalite demokrasiyle mümkün olur.

Bir konuya açıklık getirmek gerekir. Kürd halkının davası, otantik bir halkın özgürleşme ve kendi toprakları üzerinde (teritoriyumunda, yurdunda) demokratik araç ve yöntemlerle kendisini yönetme hakkını elde etme davasıdır. Kendi evimde rahat olmayacaksam, evimi rızam dışında başka güçler yönetecekse, özgürlükten söz edilemez, davam ortadan kalkmaz. Bu bağlamda Türkiye’nin Kürdistan gerçekliğiyle yüzleşmesi gerekir. Köklü çözüm burada yatıyor.

Hükümet ile Öcalan arasında varılan mutabakatın içeriği bilinmiyor. BDP ve PKK’nin bile bu konuda tümüyle bilgi sahibi oldukları konusunda kuşkular var. Murat Karayılan, “Erdoğan’ın bir çözüm projesi gerçekten var mı? Varsa nasıl bir çözüm projesi? Daha bilmiyoruz bunları…” diyor. BDP ve PKK gerçekten Öcalan’ın söylediklerine iknalar mı? Yoksa Öcalan faktöründen dolayı söylenenlere evet demek zorunda mı kalıyorlar?

PKK periferisi örgütlerle birlikte, geniş ve kitlesel bir siyasal hareket. Bu hareketin içinde, “Dağda”, Avrupa’da, BDP’de eşit değerlerde çok sayıda yönetici var. Hepsi de kendince çözüm arayışında. Ancak bunlardan birinin veya bazılarının herhangi bir siyasal projeyi PKK’nin tümüne kabul ettirmesi zordur, hatta imkansızdır. PKK bir lider örgütüdür, böyle yapılandırılmış. Bunu bizzat PKK lideri A. Öcalan gerçekleştirmiş durumda. PKK’de örgütü kontrol edecek ikinci bir lider ortaya çıkmadığı için, şu an herkes Öcalan faktörünü esas alıyor. Olan budur. Doğru, yanlış, razı olsun veya olmasınlar, PKK’nin tüm yöneticileri örgüt liderlerinden gelen talimatları, görüş ve önerileri önemsiyorlar. Bunun hem olumlu hem olumsuz yanları var. Kuzey Kürdistan yurtsever hareketi bütün eğilimleriyle bütünlük halinde ortak bir siyasi irade ortaya çıkarabilse ve PKK de bu iradeyi benimserse, sürecin olumsuz yanları alabildiğine azaltılabilir.

Ne ki her şey bir liderin iki dudağı arasında çıkacak sözlere mahkum hale gelirse, bunun büyük zararları olur. Gerçi böyle olacağına inanmıyorum. Bu konuda ciddi bir tecrübe var. İlgilenenler hatırlayacaktır, 2000’li yıllarda PKK Lideri A. Öcalan mektuplarında PKK’ye ve tüm Kürdlere Kemalizm’i salık veriyordu. Belki bazı PKK yöneticilerinin politik dilinde bir ayarlama gözlendi. Ama sonuçta ne PKK kitlesi Kemalizm’in savunucusu oldu, ne de Öcalan’ın o dönemki politik üslubu Kürdler arasında yer etti. Kürd halkının politik sağduyusunu göz ardı etmemek gerekir.

Bu yılki Newroz Şenliği’nde Amed’deydim. Öcalan’ın mesajı okunduğu sırada meydanda kitleler arasında, tepkileri yerinde gözlemleme olanağı buldum. Şunu açıkça belirtmeliyim: Kürd halkının alkışladığı şey, barış ve huzur özlemiydi. Ötesi yoğun soru işaretleri ile kaygılı, sorgulayıcı tutumlardı. Bu gözlemlerimiz, şu sıralar devam eden “akillerin” gezilerinde de dile geliyor, doğrulanıyor. Şu an barış ve huzura olan büyük özlem, var olan kaygıları bastırıyor. Kürd halkının sosyo-psikolojik halinden haberdar olanlar, bu durumu çok iyi anlıyorlar. Ancak bu durum halkın kollektif ulusal haklarını unutacağı, onlardan vazgeçeceği anlamına gelmez. Sürecin aktörleri bu gerçeği hep göz önünde tutmalılar.

Oslo görüşmelerinde bir sonuca varamayan AKP hükûmeti ile Öcalan ve PKK'nin tekrar bir ucu yarı açık 'süreç' başlatmalarına neden olan bölgesel ve uluslararası koşullar nelerdir?

Rusya’nın da Suriye’deki çıkarları açısından desteklediği İran’ın bölgesel politikaları ekseninde Suriye ve Irak’ta ortaya çıkan yeni gelişmeler ve dengeler, Türkiye’yi Öcalan’la görüşmelere yöneltti. Türkiye, PKK’nin silahlı mücadeleyle iç istikrarsızlık yaratabilme faktörünün, uluslararası ve bölgesel politikalarda kendisine karşı devreye sokulma olasılığının önünü almaya çalıştı. Bu anlamda gecikmeli de olsa başarılı bir politikayı devreye soktuğu söylenebilir. Yine Türkiye ile Güney Kürdistan Yönetimi arasında gelişen olumlu ilişkiler de, Türkiye’nin yeni yöneliminde belirleyici bir yer kaplıyor.

Konunun bir de ekonomik boyutu var. Bunun için, ülkelerin ekonomilerini değerlendiren Fitch, Moody’s ve Standard & Poor’s gibi dünyanın belli başlı reyting ajanslarının Türkiye raporlarına kısa bir göz atmak yeterlidir. Hepsinin Türkiye’nin yatırıma elverişliliğini Kürdlerle varılacak barışçı bir çözüme ve huzurun sağlanması şartına bağladıkları görülür. Diyalog sürecinin başlaması ve silahların susmasından sonra ajanslar destek verdi ve bazıları Türkiye’nin güvenirlik notunu yükseltti. Bunlar önemli belirtilerdir.

PKK, BDP dışındaki Kürt kesimlerinin Öcalan’a yönelik iki temel önemli eleştirileri söz konusu. Birincisi, Öcalan’ın tutsaklık koşullarından dolayı baş müzakereci olmasının yanlış olduğu. İkincisi gerillanın otuz yıllık mücadele sonucu hangi kazanımlarla kayıtsız şartsız geri çekilmek zorunda bırakıldığı. Bu eleştiriler konusunda neler söylemek istersiniz?

Bu eleştirilerin ahlaki açılardan bir değeri olabilir. Son zamanlarda sosyal medyada, Gandi’nin zindanda iken kendisiyle görüşmek isteyen İngilizlerin teklifini reddettiği bilgisi, sıkça paylaşılıyor, örnek gösteriliyor. Doğru, dünya siyaset tarihinde böylesi örnekler var. Başka bir gerçek daha var. O da, politika tapınaklarda ilahi kurallarla belirlenmiyor; politikayı zaman, zemin, koşullar ve de en önemlisi devletlerin çıkarları belirliyor. Türkiye’de de olan budur. PKK Lideri A. Öcalan’ın neden “görüşülen kişi” olarak seçildiğini ikinci sorunuzun yanıtında bulabilirsiniz. PKK’nin sözünü dinlediği kişi, liderleridir. Devlet ve Hükümet de MİT yoluyla bu görüşmeyi Onunla yapıyor. Buna itiraz edenler, diyalog sürecini sekteye uğratmadan alternatif bir mekanizmayı ortaya çıkarmalıdırlar.

Sorunuzun ikinci bölümüne yanıtım, bu tartışmada dikkatli olmak gerektiği yönündedir. Kuzey Kürdistan’da yurtsever hareketin barışçıl ve sivil bir direnme hareketi tarzına geçişi benimseyenlerdenim. Bu nedenle PKK savaşçılarının silah bırakmasını ve dağlardan inmesini doğru buluyorum. Silahlı mücadelenin yerine, kalemin, dilin, eğitim ve öğretimin, kültür ve sanatın, demokratik ve özgür seçimlerle Kürdlerin kendilerini yönetme kabiliyetinin ikame edilmesini doğru buluyorum. En öncelikli olarak Kürdistan toplumu şiddet sarmalından kurtarılmalıdır. Günümüzde Kürdçe eğitim-öğetim hizmeti veren yuvaların, okulların, üniversitelerin kurulması, toplumsal ve ekonomik yaşamın diğer diller yanısıra Kürdçe’yle yürütülmesi, dağlarda birkaç bin silahli insanımızın bulundurulmasından çok çok önemlidir. Kürd halkının özgürlük davasına hizmet edeceklerine inanarak dağlara çıkan, binlercesi canlarını veren insanlarımız görevlerini yerine getirdiler. Artık çocuklarımız, gençlerimiz ölmemelidir. Bu görüşü benimsediğim için, PKK savaşçılarının dağdan inişiyle ilgili kimi tartışmaları anlamsız ve gereksiz buluyorum.

Öcalan’ın Diyarbekir Newrozu'nda okunan mesajında atıfta bulunduğu “ortak tarih”, “misakı milli”, “Çanakkale ruhu” ve İslam’a vurgu yapan düşüncelerini içeren “yeni paradigmasını” nasıl değerlendiriyorsunuz?

Öcalan’ın atıfta bulunduğu bu kavramlar, O’nun yeni politik tercihleriyle ilgilidir. PKK Lideri A. Öcalan, yakın tarihimizin nadir pragmatistlerindendir. Bu özellik, O’nun temel politik uslübüdür. Öcalan’ın 1974/75’lerden bugüne politik yaşamındaki temel yönelim değişikliklerini dikkatle incelediğimizde, ciddi bazı belirlemelerde bulunmak mümkün. Birincisi, Öcalan politik yaşamında hep “muktedirlerle” işbirliğini tercih etmiştir. İkincisi, bulunduğu zeminlerde “muktedirler” değiştiğinde O da hemen yenilerle uzlaşmış, ve bunun teorisini de üretmiştir.

Detaylara girmeden belirtelim, 1975/76 yılında Kürd yurtsever hareketine şiddeti dayatan bir yolu tercih etmiş veya özendirilmiş, bunu “Kürdistan Devrimi’nin Yolu” broşürüyle teorileştirmiştir. Olanlar biliniyor. Kendisi de kitaplarında kısmen yazdı.

Ardından Suriye ve Lübnan’a geçti. Suriye’nin “muktediri” Baas Partisi özellikle de Esad Ailesi’ydi. Sayın Öcalan, o dönemki görüşlerini, Arapça yayınlanan “El Sebhe Yewm / Yedi Gün” kitabında teorileştirdi. Suriye ve Bekaa dönemi ittifak ilişkileri biliniyor.

1993 Yılında Özal’ın inisiyatifinde gelişen ilişkilerden sonra, federatif bir siyasal ve idari çözüm modelini benimsedi. Bunu çeşitli açıklamalarında deklere etti. Özellikle Avrupa Birliği’ne ve Batı’ya ulaştırdı.

1999 Yılında Türkiye’ye getirildikten sonra, Türkiye’deki muktedirler Kemalist generallerdi, onlarla uyumlu bir ilişki geliştirdi. Mahkemedeki savunmasının dilini ve politik çerçevesini bu klikle birlikte saptadı. “Kürt sorununda demokratik çözüm manifestosu” (Serxwebun Yayınları 1999) adlı kitabında Öcalan’ın o döneme ilişkin teorileri yer almakta.

Türkiye’de muktedirler değişti. Demokratik seçimlerle, oyun gücüyle, kansız bir şekilde kemalist-militarist oligarşinin 80-85 yıllık tekçi egemenliği sona erdi. AK Parti öncülüğünde muhafazakar-dindar kesimler iktidar oldu, devletin egemeni haline geldiler. Türkiye’nin yeni muktedirleri AK Parti ve çevresindeki müttefikleridir, artık. PKK Lideri Öcalan bu değişimi gördü ve kabul etti. Yeni muktedirlerle uzlaşı aradı ve geçtiğimiz aylarda bu gerçekleşti. Mektuplarda kullanılan kavramlar, çizilen yeni vizyon, Islam’a yapılan vurgu, temel hatlarıyla Türkiye’nin yeni politik vizyonuyla (paradigmasıyla) uyum içindedir. Öcalan’ın bu yeni görüşleri, muhtemelen önümüzdeki haftalarda kitap haline getirilecek ve PKK taraftarları arasında değerlendirmeye başlanacak. Kürdlerin bu “yeni” görüşleri benimsemesine çaba gösterilecektir.

Öcalan merkezli PKK ve BDP ile sürdürülen Kürt sorununun olası çözümüne ilişkin müzakerelerde bunun dışında kalan diğer Kürt örgütleri, sivil toplum kuruluşları, Ermeni, Süryani, Alevi ve kanaat önderleri temsilcilerinin bu sürecin içinde aktif yer almaları, sürece dahil olmaları gerekmiyor mu? Gerekiyorsa bunun mekanizmaları nasıl oluşturulmalıdır?

Öcalan ile devam eden bu diyalog gerçekten bir politik çözüme vardırılacaksa, elbette buna diğer Kürd örgütleri de, etnik/dini/kültürel azınlık gruplarının temsilcileri de katılmalıdır. Bunun mekanizmalarını oluşturmak zor değildir. Bu konuda öncelikle devlet ile PKK ikna olmalıdır. Görebildiğimiz kadarıyla şimdi daha çok silahların susturulması ve PKK gerillalarının dağdan indirilmesi üzerine yoğunlaşmışlar. Bir de TBMM’de yeni Anayasa için bir çaba var. Kürdistan toplumunun geniş kesimlerinin politik ve toplumsal önderlerinden oluşan bir temsilciler kuruluyla çözüm arayışlarını ciddi ciddi müzakere etmek, böyle ciddi bir niyet şu an pek görünmüyor. Aslında 2011 yılı eylül ayında Diyarbekir’de geniş katılımlı, temsil düzeyi güçlü bir Kürdistan Konferansı toplanmıştı. Yine böyle bir Konferans toplanabilir. Konferans bu konuları tartışır, gerekli kararları verir, ihtiyaç duyulan temsil mekanizmalarını oluşturabilir.

Kürt ulusunun özerk, federe veya bağımsız bir siyasal statüye kavuşmadan Ortadoğu’da kalıcı bir barış ve istikrarın sağlanması mümkün müdür?

Kürd halkı, kendi toprakları üzerinde (Kürdistan’da), özgürce, kendi kendisini yönetme hakkına (siyasal bir statüye) kavuşmadığı sürece, tatmin olmaz. Bu gerçekleşmezse, ne Kürdstan’ı paylaşan ülkelerde, ne de Ortadoğu’da kalıcı barış ve istikrar sağlanamaz.

Kürtler, eğer hükümet samimi ise müzakerelerin sadece MİT-Öcalan görüşmeleriyle sınırlı kalmaması, meclisin de sürece dahil olmasını istemekte. İktidar, Kürt sorununu resmiyette belgelendirmeden, muhataplığı resmi olarak kabul etmeden hala Kürtlerin varlığını suya yazılmış kelimelerle telaffuz etmiyor mu? Yeni anayasa tartışma ve önerilerini, “Akil İnsanlar Grubu” oluşumunu da dikkate alırsak sürece ne kadar umutla bakabiliriz?

Sorunuzun cevabı bizzat soruda yatıyor. Kürd halkının davası siyasal bir davadır; ezilen bir milletin kimlik, toprak ve siyasal egemenlik davasıdır. Bir halkın kendi geleceğiyle ilgili özgürce karar verme, yönelimini belirleme sorunudur. Türkiye bununla yüzleşebilirse, bu konuyu “suya yazmalarla” geçiştirmezse, o zaman Türk ve Kürd halkının yeniden eşit haklara dayalı yeni bir tarihsel misak belirlemesi mümkün olur ki bu hem Türk halkının hem Kürd halkının yüksek çıkarınadır. Yeni Anayasa bunun için büyük bir fırsattır. Bu nedenle Kürd halkının davası küçümsenmemeli, hafifletilmemelidir. Elbet bir milletin haklarını gasp de, dar anlamda bir insan hakkı gaspıdır. Ama Kürd davası, unutulmasın, bir milletin özgürlük davasıdır.

cetin.ceko@gmail.com
Etiketler

#buttons=(Kabul etmek!) #days=(20)

Web sitemizde çerezler kullanılmaktadır.Daha fazla bilgi edin
Accept !
Yukarı Git