Uluslararası ve
bölgesel dengelerin zorlamasıyla Ankara’nın oluşturmaya çalıştığı yeni Kürt
siyasetinde bireysel hakların tanınması yanında, müzakere ve muhataplık yoluyla
Kürt siyasal hareketinin kontrol altına alınması en önemli stratejik
değişikliktir. En iyi düşman kontrolümdeki düşmandır mantığı ile hareket
edilerek, müzakere ve muhataplık ilişkisi bu minval üzerinden inşa
edilmektedir.
Çetin Çeko
Yazılanları ve
televizyondaki tartışma programlarını izlerken sanırım Türkler ve Kürtlerin
barış ve çözüme ilişkin algı ve bekletenlerindeki farklılıkları
görüyorsunuzdur.
Barış ve çözüm
konusunda en iyimser görüşe sahip Türk siyasetçiler, akademisyenler ve
sokaktaki vatandaşlar silahların susması, Kürtlerin bireysel ve kültürel
haklara sahip eşit vatandaşlar olmasını istemektedirler. Yerel yönetimlerin
yetkileri arttırılarak bugün de olduğu gibi belediyeleri yönetebileceklerini de
kabul etmektedirler. Lakin özerklik, federasyon veya herhangi bir statü söz
konusu olduğunda, bunun kardeşlikle bağdaşmadığını, bizleri ve ülkeyi “böleceğini”
ifade etmektedirler. Kısaca kolektif haklara hayır, bireysel haklara evet
düşüncesine sahiptirler.
Kürtlerin büyük
bir çoğunluğu ise silahların susması, kolektif haklara sahip, özerk veya
federatif bir sistemde kendi coğrafyalarını kendilerinin yönetmelerini
istemektedirler.
Görüldüğü gibi
Türkler ve Kürtlerin barış ve çözüme ilişkin algıları arasındaki uçurum oldukça
derindir. Bu derinlik şu an için PKK’nin geri çekilmesi ve çatışmamazlık
ortamından dolayı fazla gündeme gelmemektedir. Gündeme getirenler ise erken
öten horuz misali başlarının koparılması, barış ve çözüm karşıtı bir pozisyona
koyulma riskiyle karşı karşıyadırlar.
Cumhurbaşkanı
Abdullah Gül resmi bir ziyaret için Portekiz’e giderken müzakere sürecini
değerlendirerek, Kürt sorununun eşit yurttaşlık ve benzeri kavramlar üzerinden
halledilebileceğini açıkladı. Devletin Türk devleti olduğunu unutmamak gerekir
diyen Gül, “Vatandaşların bazısı ‘bu devletin vatandaşıyım ama Türk değilim’
diyorsa ille de sen Türk’sün diyecek halimiz yok. Başka ülkelerde, devletlerde
de böyle. Alman, Fransız devletlerine bakarsan görebilirsin, onların
vatandaşları içinde de Türkler var. Modern devletlerde bu böyle.” açıklamasında
bulundu.
Cumhurbaşkanı
Gül’ün çizdiği çerçeve devletin Kürt sorununa yaklaşımını ve hükümetin atacağı en
ileri adımı ifade etmektedir. Bu çerçeve Kürtler, Erminler ve Süryaniler
açısından eşit haklara dayalı gerçek bir vatandaşlık tanımı değildir. Gül’ün
söylemi Kürtleri, Ermenileri, Süryanileri kendi topraklarında yaşayan kadim,
yerli halklar değil de Almanya’da, Fransa’da yaşayan göçmen statüsünde,
sonradan Fransız veya Alman vatandaşlığına geçen Kürt, Süryani ve Ermeni
uyruklu göçmenler olarak gören anlayıştır.
Devlet aklının
“barış” ve “Türk usulü çözümden” anladığı maalesef budur.
Peki, Kürt-Kürdistan
sorununun çözümünde örnek veya model teşkil eden çözümler yok mudur?
Tabi ki var!
Örneğin İrlanda,
Bask, Güney Afrika deneyimlerinden yararlanacağımız müzakere ve toplumsal
barışa ilişkin deneyimler ve benzer anahtar bilgiler her gün basında yer
almaktadır.
Bunların yanında
gözümüzün önünde duran “Kürt usulü” bir çözüm de var. Güney Kürtlerinin merkezi
yönetimle gevşek statüye dayalı federe Güney Kürdistan modeli bu açıdan önemli bir
örneği teşkil etmektedir.
Söz konusu model
bağımsızlığa kapı araladığı için Öcalan ve PKK tarafından “ulus devletler
çağını doldurmuştur, karşıyız” diyerek ‘tu kaka’ edilmeye; Türk, Fars ve Arap
devletleri ise Kürdistan’ın diğer parçalarına sirayet etmesini engellemeye,
özenle Kürtlerin beyninden ve kalbinden silmeye çalışmaktadırlar. Bu modele
karşı çıkanlar mevcut gerçeği değil, olmasını istedikleri “gerçeği” empoze
etmektedirler.
Batı Kürdistan’da
(Suriye) Esad sonrası veya öncesi Güney Kürdistan’a benzer mevcut bir statüko
ve inşanın oluşmaması için Kürtlere karşı Türkiye, İran ve Irak’ın karşı koyuş
ve politik manevraları bunun en somut kanıtıdır.
Uluslararası ve
bölgesel dengelerin zorlamasıyla Ankara’nın oluşturmaya çalıştığı yeni Kürt
siyasetinde bireysel hakların tanınması yanında, müzakere ve muhataplık yoluyla
Kürt siyasal hareketinin kontrol altına alınması en önemli stratejik değişikliktir.
En iyi düşman kontrolümdeki düşmandır mantığı ile hareket edilerek, müzakere ve
muhataplık ilişkisi bu minval üzerinden inşa edilmektedir. Diğer önemli bir konu
ise Kemalist ve İslam bulamacı ideolojik yaklaşımla “yeni paradigma” yaratma
girişimidir.
Özerk, federatif
veya bağımsız Kürdistan program ve yapılanmasına alternatif olarak 1990’lardan
itibaren oluşturulmaya başlanan “Kürt
kimlikli özgür Türkiye vatandaşı” tezi
bu açıdan önemlidir. Dönemin Cumhurbaşkanı Turgut Özal’ın özerk, federatif veya
bağımsız Kürdistan tezinin günümüz gerçekleriyle bağdaşmadığını ileri sürmesi ve
nasıl boşa çıkarmaya çabaladığı bilinir. Hatta bir kısım Kürtleri nasıl markaca
aldığı da hatırlardır.
AK Parti,
özerklik ya da federasyon “bütün Kürtlerin” talebi değil diyerek, sorunu
bireysel haklar çerçevesinde baypas etmeye çalışması, kırılgan olan sürecin
cıvatalarını her an yerinden sökebilir.
Ayrıyeten Kürt
sorununa ilişkin hükümetin kendine ait bir takvimi olmakla beraber, hayatın
ritmi ve Kürtlerin bunu beklemeye artık tahammülleri kalmamıştır.
Kolektif hakları
savunan Kürtleri, ırkçı Türk milliyetçiliği ile aynı kefeye koyarak
“milliyetçi” ve “barış” karşıtı olarak suçlamaya kalkışmak da sorunu çözmez.
Bilindiği üzere
AK Parti, 2011 Temmuz parlamento seçimlerinden itibaren Kürt sorununa
yaklaşımda pozisyon değiştirerek güvenlik merkezli geleneksel devlet siyaseti
izlemiştir. Kendi tabanı ve Türk halkına pompaladığı anti-Kürt, milliyetçi
havayı bugün Akil İnsanlar vasıtasıyla geri almaya çalışması gözlerden uzak
değildir.
Kimler için barış
ne anlama geliyor sorumuza geri dönersek;
Kürtlerin
istediği evrensel kolektif haklar ve devlete ortak olmaktır. Bu da olmazsa
kendi geleceklerini kendileri belirlemek!
Kalıcı barış ve
gerçek çözüm için yüreklice tartışılması gereken bu değil midir?
Kürtlerin
barıştan anladığı budur! Bu manada Türkler ile Kürtler arasındaki makas oldukça
açıktır.