TC’nin Kürt ‘Afları’


TC’nin kuruluş ve sonrasında ulusal demokratik haklarını elde etmek amacıyla Kürtler baş kaldırdılar. Türk devleti, 1920 ile 40 arasındaki tüm başkaldırıları şiddetle bastırdı. Hareketin lider kadrosu idam ve ağır hapis cezalarına çarptırıldı. Mal varlıklarına el konularak, potansiyel tehlike gördükleri şahısları Türk illerinde çoğunluk oluşturmayacak şekilde iskana tabi kıldılar.

Takrir-i Sükûn, İstiklal Mahkemeleri, Şark Islahat Planı, örf-i idare, Umumi Müfettişlik ve Tunceli Kanunu, söz konusu Kürt başkaldırılarının sonucu olarak Türk hukuk sistemi için düzenlendi. Devletin başkaldırı bölgelerinde kontrolü ele geçirmesi ve hâkimiyetini sağlaması ardından, sadece hareket bölgelerinde geçerli olacak şekilde kısmi ‘af’ kanunları çıkarıldı.

TC’nin kuruluşu ardından İlk genel af kanunu, Lozan Antlaşması hükmünce 1923’de ilan edildi. Antlaşma hükmüne göre, siyasi ve askeri 'suçlardan' yargılanan ve mahkûm olanlar af edilecekti. Fakat, Padişah Vahdettin ve imparatorluğun üst idari yöneticileri ile Çerkez Ethem’in de aralarında bulunduğu 150 kişi, tarafların mutabakatı sonucu aftan muaf tutuldular. 1923 affının Kürtlere etkisi, 1918-21 Koçgiri halk hareketinden yargılanıp ceza alanları kapsaması oldu.

1925 Şeyh Said hareketinin hezimete uğratılması ardından, üç yıl sonra 9 Mayıs 1928’de ‘Şeyh Said Vakası Affı’ mecliste kabul edildi. Ceza kanunlarında yapılan değişiklikleri bir yana koyarsak, sadece isyancı ve devletin idari sistemine entegre olmamış Kürt bölgeleri için çıkardığı iki ‘af’ kanunu oldu. Bunlar, birincisi yukarıda sözünü ettiğim ‘Şeyh Said Vakası Affı’, ikincisi ise ‘Tunceli Affı’dır.

Ayrıca 1933, 1938, 1950(1) ve 1974’te çıkarılan genel aflardan, siyasi sebeplerden dolayı yargılanıp mahkûm olan, sürgüne gönderilen ve mal varlıklarına el konan Kürtler de yararlandılar. Bu afların ‘Şeyh Said’ ve ‘Tunceli affından’ farkları, direk Kürt sorununa ilişkin olmaması, genel af vesilesiyle Kürt sorunundan ceza alanları da kapsamasıdır.

1928 ‘Şeyh Said Affı’

Dönemin Başbakanı İsmet İnönü, 28 Mart 1928’de Türkiye Büyük Millet Meclisi’ne İçişleri ve Adalet Bakanlığı komisyonlarınca hazırlanan “Şark mıntıkasında belirli vilayet ve kazalarda işlenen “suçların tecili hakkında” kısmi af kanunu taslağını meclise sundu.

Af kanunu, 23 Kasım 1927 tarihine kadar Diyarbakır, Elâzığ, Bitlis, Hakkâri, Mardin, Urfa, Siirt, Bayazıt (Doğu Beyazıt) ve Malatya illeri ile Besni, Hınıs ve Kığı kazalarında ikamet eden şahısların eylemlerini kapsıyordu.

Kanunun 2. Maddesi oylamaya sunulmak için okunduğunda sayılan iller arasında Van vilâyeti geçmeyince, Van Milletvekili Hakkı Bey söz alır. Hükümetin teklif ettiği maddede Van ilinin dahil olduğunu, fakat Adalet Komisyonu’nun teklif ettiği maddede ise Van ilinin dahil edilmediğini, ‘unutulmuş mudur’ diye sorar. Adalet Komisyonu adına söz alan Kocaeli Milletvekili Selahattin Bey, “unutulmuştur, ilavesini teklif ediyorum” diyerek Van ili de af kapsamına dahil edilir.

Ayrıca, söz konusu kanunla, bölgede görevli askeri personelin ve memurların direnişi bastırmak amacıyla, olası işledikleri suçlardan dolayı sorumlu tutulamayacakları da karar altına alınır.

Af kanunu taslağı mecliste yoğun tartışmalara sahne olur. Dönemin İçişleri Bakanı Şükrü Kaya, meclis konuşmasında af kanununun iki neticesi olduğunu belirtir. Birincisi, hedeflenen gaye ve alınan emniyet tedbirlerinin amacına ulaştığıdır. İkincisi cumhuriyete karşı silah çekenlerin aynı gaflet içinde olmaları durumunda dün ne kadar nasıl sert olundu ise, yarın da sert olacaklarını ifade eder.

Birçok tarihçi ve yazar 9 Mayıs 1928 affının Hoybun öncülüğünde ve İhsan Nuri Paşa liderliğindeki Ağrı direnişini (1926-30) kırmak amacıyla çıkarıldığını belirtir. Bu çevrelere göre 1928 yılında TBMM’de bir uzlaşma komisyonu oluşturulur. Komisyon, İhsan Nuri Paşa öncülüğündeki Kürt heyeti ile görüşmeler yapar. Devlet yetkilileri, direnişçilerin teslim olmaları durumunda, genel af ve İhsan Nuri Paşa’ya da devlet yönetiminde yüksek bir mevki vaat edildiğini yazarlar. Ancak görüşmelerden bir sonucun çıkmadığı ve devlet komisyonunun geri çevrildiği ifade edilir.

Şeyh Said hareketinin yüzölçümü Ağrı hareketinden büyük olmasına karşın, Ağrı direnişi, Şeyh Said direnişinden çok daha uzun sürelidir. Ağrı direnişinin doruğa çıktığı yıl 1928’dir. 1928 affının maddeleri dikkatle incelendiğinde af, 23 Kasım 1927 tarihine kadar işlenen eylemleri kapsar. Hukuki anlamda affın Ağrı direnişçilerini de kapsaması kanaatimce tartışmalıdır. Öte yandan 1928 affı mecliste görüşülürken, Ağrı’da devam eden direnişe değinilmemesi de politik bir taktik olsa bile önemli bir ayrıntıdır.

Affın 1927 Kasım tarihine kadar yapılan eylemlerle sınırlandırılmasında, Hoybun'un devletin taleplerini ret etmesi de rol oynaya bilir. Tüm bunlar elbette ki, 1928 affının Ağrı hareketinin kırılmasında hiçbir etkisinin olmadığı anlamına gelmez. Birçok kaynak, affın Hoybun hareketine ciddi zararlar verdiğinin altını çizer.

Hemen hemen tüm Kürt direnişlerinin ortak üç büyük handikabı olmuştur. Bunlar başkaldırıların çoğunlukla bölgesel olması, iç ihanet ve uluslararası destekten yoksun olmalarıdır. Bu üç dezavantaj göz önüne alındığında, Ağrı direnişi ve diğer direnişlerin yenilgi nedenleri daha kolay anlaşılır.

8 Ocak 1936 ‘Tunceli affı’

1923’den sonra 1933’de cumhuriyetin 10. yıl münasebetiyle ikinci bir genel af yürürlüğe girdi. Üç yıl aradan sonra, 8 Ocak 1936’da ‘Tunceli Affı’ çıkarıldı. Af kanununa göre, Dersim bölgesinde yaşayan ve nüfus kütüklerine kaydolmamış olanlar ile asker kaçakları, kayıtlarını yaptırmaları durumunda bu af ile cezai yaptırımdan kurtulmuş oluyorlardı.

‘Affın’ arka planında yatan gerçek ise daha başkaydı. Bu plan, Dersim bölgesinde devletin güvenlik ve idari kontrolünü sağlamak, ayrıca yapılacak 1937-38 Dersim harekâtına devlet açısından ‘meşruiyet’ kazandırmaktı.

Bu çerçevede ‘Tunceli Vilayetinin İdaresi Hakkında Kanun’ ile ilin valisinin aynı zamanda korgeneral rütbesinde ve orduyla ilişikli biri olması kararı alındı. Söz konusu mevkie Korgeneral Abdullah Alpdoğan getirildi. Alpdoğan’a aynı zamanda Dersim bölgesi Dördüncü Umumi Müfettişlik görevi de verildi.

Dersim harekatının sonlarına gelindiğinde 14 Ocak 1938’de ‘Tunceli Af Yasası’ yenilendi. Gerekçesi; ‘Tunceli halkını itaate alıştırmak ve kanunlar çerçevesi içine almak’ diye açıklandı. Daha net bir ifade ile, Dersim için getirilen idari düzenlemeleri af kategorisinde değerlendirmek abes kaçar. Söz konusu düzenlemeler ‘af’ değil, tersine Dersim katliamına giden yolların taşlarını ören kanunlar oldular.

Daha sonra 29 Haziran 1938’de İstiklal Mahkemeleri kararı ile mahkûm edilenler af edildiler. 1938 affı, aynı zamanda Ağrı direnişinden dolayı ceza alanları da kapsadı. Ayrıca Lozan Antlaşmasıyla 1923 genel affından muaf tutulan 150'likler diye anılan Padişah Vahdettin ve Çerkez Ethem'in de aralarında bulunduğu 150 kişi de bu kez af kapsamına dahil edildiler.

1948 İskân Kanunu’nda değişiklik

CHP’nin tek parti iktidarında, Mecburi İskân Kanunu ile 5027 haneden 25831 kişi sürgün edildi. Sürgün edilenlerin çoğu Kürt ailelere mensup fertlerdi. Çok partili döneme geçildikten sonra 1947 yılında CHP iktidarı çıkardığı 5098 sayılı yasayla, 1934'teki Mecburî İskân Kanunu'nun bazı maddelerini değiştirdi, bazı maddelerini de yürürlükten kaldırdı. Böylece sürgün edilenler memleketlerine geri döndüler.(2)

Sürgünden dönen ve tek parti iktidarına tepkili olan bu çevreye, Demokrat Parti (DP) kapılarını açtı. DP’nin hedefinde Kürt oyları, ayrıca genel af vaadi vardı. 1950 seçimlerinde Ağrı’dan Halis Öztürk, Kasım Küfrevi ve Celal Yardımcı, Diyarbakır’dan Mustafa Ekinci, Yusuf Azizoğlu ve Mustafa Remzi Bucak, Urfa’dan Hacı Şeyh Ömer Cevheri ve Bitlis’ten Salahattin İnan DP’den milletvekili seçilerek parlamentoya girdiler.

Demokrat Parti, sol siyasi mahkûmları muaf tutarak 1950’de af ilan etti. Şeyh Said ve ardılı olan diğer yerel başkaldırılar ile Ağrı başkaldırısı sonrası, 1925-38 aralığında birçok aile Suriye Kürdistanı başta olmak üzere, Kürdistan’ın diğer parçaları ve Lübnan’a geçmişlerdi. 1928, 1933 ve 1938 aflarına rağmen, siyasi ortam güven vermediği için geri dönmediler. Fakat 1950 affı ile DP’nin liberal söylemi ve parlamentoya giren Kürt milletvekillerinin etkisiyle bu ailelerden birçokları geri döndüler.

27 Mayıs 1960 darbesi ile Kürtler açısından mecburi iskân bir kez daha tekerrür etti. Darbeciler, darbeden 4 gün sonra 485 Kürt ileri gelenini Sivas’a çalışma kampına gönderdiler. 19 Ekim 1960’da çıkarılan kanun ile Sivas’taki kamp boşaltıldı. Darbeyi yöneten Milli Birlik Komitesi, seçtiği 55 Kürt ileri gelenini DP’yi destekledikleri için önceden olduğu gibi Türkiye’nin batı illerine sürgüne gönderdi.

1962’de söz konusu mecburi iskân kanununun yürürlükten kaldırılmasıyla 55’ler tekrardan memleketlerine dönebildiler. Bu arada sağcısı, solcusu ve İslamcısıyla 49 Kürt aydını, 1960 darbesinde tutuklanarak birlikte yargılandılar. 49’ların önemli bir kısmı ancak 1974 affı ile özgürlüklerine kavuşabildiler.

Bitlis Milletvekili Salahattin İnan olayı

Devletin HDP’den seçilen vekiller ile belediye başkanlarının Kürt seçmenin iradesini yok sayarak, anti demokratik bir şekilde düşürmesini bir yana koyarsak, her genel seçim sonrası seçilenlerin milletvekilliklerine itiraz, kanıksanacak bir durum değildir. Konumuzla alakalı olduğu için 1950 seçimlerinde Bitlis’ten DP milletvekili seçilen Salahattin İnan ve Muhtar Ertan’ın milletvekilliğine yapılan itiraz, ‘Kürt afları’ açısından ve dönemin siyasi konjonktürünü yansıtması bakımından önemli bir emsaldir.

Salahattin İnan, Adalet ve Anavatan Partilerinde milletvekili ve bir dönem bakanlık görevinde bulunan Kamuran İnan’ın babası, HDP Milletvekili Celadet Gaydalı’nın da dedesidir. Salahattin İnan’ın 1950 seçimlerinde Bitlis’ten DP milletvekili seçilmesine hemşerisi ve CHP eski Milletvekili Ziya Geboloğlu ve Siirt’ten Mahbube Özevin adında bir şahıs itirazda bulunur.

Yüksek Seçim Kurulu, Ziya Geboloğlu ve Mahbube Özevin’in itirazları üzerine inceleme yapar ve TBMM’ye aşağıdaki birinci raporunu gönderir.

Belgelerin, yazıyı uzattığını farkındayım. Fakat tarihi öneme sahip olduğu için paylaşılmasında yarar görüyorum.

T.C. Yüksek Seçim Kurulu Başkanlığı Sayı: E.263, 998/879, 19 .VI .1950(3)

Türkiye Büyük Millet Meclisi Başkanlığı Yüce Makamına

Bitlis Milletvekili Hizan'lı Seyit Ali oğlu Salâhattin İnan'ın, (1329) tarihinde Molla Selim vakası namiyle mâruf olup binnetice Molla Selim'in Rus Konsoloshanesine ilticası Seyit Ali'nin idamı ile neticelenen isyan ve şakavet hareketlerine iştirakten dolayı Bitlis Divanı Harbi tarafından yaşının küçüklüğü hasebiyle 10 sene kürek cezasına mahkûm olarak cezasını kısmen Sivas hapishanesinde çektiği ve 1341 tarihinde Şeyh Sait isyanına iştirakten Şark İstiklâl Mahkemesince (15) sene küreğe konulmasına karar verilerek bu cezanın da Kastamonu hapishanesinde infaz edilmekte iken tecil olunduğu ve dağlarda kaçak gezdiği sırada bâzı jandarmaları şehit ettiği ve bâzılarını da yaraladığı ve bu mahkûmiyetlerle beraber hususi hallerinin kendisinin Milletvekili seçilmesine mâni teşkil ettiği eski Bitlis Milletvekili Ziya Geboloğlu tarafından verilen 17.V.1950 tarihli dilekçe ile ihbar ve kanuni müddeti içinde tutanağına itiraz edilmiştir.

Bundan başka adaylık safhasında Siird'deki Mahbube Özevin tarafından Adalet Bakanlığına çekilip de kurulumuza gönderilen 25.IV.1950 tarihli telgrafla Salâhattin İnan’ın, kardeşi ile kardeşinin oğlunu katil, emval ve eşyasını yağına ettiği ihbar olunmuştur.

Adı geçen Salâhattin İnan'ın iddia olunan mahkûmiyetlerinin ve infaz kayıtlarının tetkiki ile neticesinin bildirilmesi infaz mahallî olduğu iddia edilen Sivas, Kastamonu ve suç yeri olan Bitlis savcılıklarından sorulmasına karar verilmiş, Bitlis ve Sivas savcılıklarından gelen cevabi tel yazılarında Sivas adliye evrak mahzeninin 1333 tarihinde yandığı ve Bitlis kuyudatında da Salâhattin İnan'ın mahkûmiyeti kaydına rastlanmadığı bildirilmiştir.

Binaenaleyh:

A) Salâhattin İnan'ın 1329 tarihinde Molla Selim Vakasına iştirakden dolayı Bitlis Divanı Harbi tarafından 10 sene kürek cezasına mahkûm olarak cezasını Sivas Hapishanesinde çektiği hakkındaki iddianın Sivas Kuyudatı Adliyesinin yanması ve Bitlis Adalet Dairesinde mahkûmiyet kaydına rastlanmaması sebepleriyle tahkik ve tespitine imkân hâsıl olmamıştır.

B) Salâhattin İnan'ın Şeyh Sait isyanı hareketine iştirakten dolayı Şark İstiklâl Mahkemesinin 20 Nisan 1926 tarihli ilâmı ile tevkif tarihi olan 15 Kânunevvel 1341 tarihinden itibaren (15) sene küreğe konulmasına karar verildiği ve bu cezasını Kastamonu Ceza Evinde çekmekte olduğu sırada 22 Mayıs 1928 tarihinde ilân olunan 1316 sayılı Af Kanununun birinci ve ikinci maddelerine göre bakiye cezası tecil edilerek tahliye edildiği Kastamonu Cumhuriyet Savcılığının 23.V.1950 tarihli tel yazısından anlaşılmış ve bu suretle mumaileyhin mahkûmiyeti, kayden tespit edilmiştir.

Mahbube imzasiyle çekilen telgrafa gelince: Mahbubeden alınacak izahat dairesinde iddia olunan hususatın tahkik ve tesbiti Siird Cumhuriyet Savcılığına telle yazılmış ve alınan 13.VI.1950 tarihli cevapta: Salâhattin İnan kardeşi Süleyman'la diğer kardeşi Taha'yı katil ve emval ve eşyalarını gasp ve yağma etmiş ise de bu meseleden dolayı hakkında tahkikat ve muhakeme yapılıp mahkûm olduğu hakkında bir malûmatı olmadığını ifade ettiği ve Bitlis Savcılığından gelen ayni tarihli telde de Salâhattin hakkında Süleyman ve Taha'yı öldürmekten dolayı yapılmış tahkikat veya verilmiş mahkûmiyet kayıtlarına tesadüf edilmediği bildirilmiştir.

Gerek muterizlerin itiraz ve şikâyetlerinde bildirdikleri mahkûmiyetlerle sair ihbarların mahiyetine ve gerekse bu hususta kurulca yapılan tetkikata göre;

Salâhattin İnan'ın:

1. Molla Selim vakasına iştirakten dolayı Bitlis Divanı Harbi tarafından (10) sene kürek cezasına mahkûm edildiği tesbit edilmekle beraber bu mahkûmiyetin vâki olduğu kabul olunduğu takdirde dahi Lozan Ahitnamesine merbut protokol mucibince siyasi ve askerî suçlarla bedihi surette bunlara merbut suçların affına dair bulunan 487 sayılı Umumî Af Kanunu ile bu mahkûmiyetin bütün neticeleri ile birlikte ortadan kalktığını kabul etmek zaruri bulunmuştur.

2. Şark istiklâl Mahkemesince ittihaz ve bakiyesi 1316 sayılı Kanunun birinci ve ikinci maddeleri gereğince tecil edilmiş olan 15 sene kürek cezasına dair bulunan mahkûmiyet 16 Temmuz 1938 tarihli ve 3961 sayılı Kanunun birinci maddesi ile bütün hukuki ve fer'i netayiç ve tesirata şâmil olmak üzere affedilmiştir.

3. Mahbube'nin iddia ve şikâyeti Yapılan muhabere ve araştırmalara rağmen mesnetsiz ve mücerret bir iddia mahiyetini geçememiştir.

Elde edilen neticelere ve mevcut kanun hükümlerine nazaran: Bitlis Milletvekili Salâhattin İnan'ın Tutanağına karşı yapılan itirazların ve tesbit olunan mahkûmiyetin Umumi Af kanunlarının şümulüne girmesi hasebiyle varit olmadığı ve tutanağının tasdiki lâzım geleceği mütalâasiyle rapor tanzimine ve keyfiyetin 5545 sayılı Kanunun 123 ncü maddesi mucibince Büyük Millet Meclisine arzına 15.VI .1950 tarihinde oy birliğiyle karar verildi.

Başkan: M. Akyürek, Başkanvekili: C. Özal, Üye: B. Köker, Üye: A. Güngören, Üye: C. Yorulmaz, Üye: İ. Senli, Üye: İ. Hadımlıoğlu

Tutanakları İnceleme Komisyonu ise 11.7.1950’de raporu inceler ve şu sonuca varır.

T.B.M.M. Tutanakları İnceleme Komisyonu Esas No. 3/63 Karar No. 27 Yüksek Başkanlığa

Bitlis Milletvekilliğine seçilen Salâhattin İnan hakkındaki ihbar ve şikâyet Komisyonumuzun 10.VII.1950 günlü toplantısında incelendi.

Bu konuda ihzari tetkikleri yapan 5 numaralı Hazırlama Komisyonu, raporunda aynen şöyle demektedir: (Bitlis Milletvekilliğine seçilen Salâhattin İnan'ın adam öldürmekten hükümlü bulunduğu şikâyet ve ihbarı üzerine yapılan tetkikat sonunda:

Yüksek Seçim Kurulu tarafından gönderilen dosyaya merbut raporda:

Salâhattin İnan'ın:

1. 1330 senesinde Molla Selim vakasına iştirakten dolayı Bitlis Divanı Harbi tarafından 10 sene kürek cezasına mahkûm edildiği tesbit edilememekle beraber bu mahkûmiyetin vâki olduğu kabul olunduğu takdirde dahi Lozan ahitnamesine merbut protokol mucibince siyasi ve askerî suçlarla bunlara merbut suçların affına dair bulunan 487 sayılı akit kanuniyle bu mahkûmiyetin bütün neticeleriyle birlikte ortadan kalktığı;

2. Şark İstiklâl Mahkemesince ittihaz ve bakiyesi 1316 sayılı Kanunun 1 nci ve 2 nci maddeleri gereğince tecil edilmiş 15 sene kürek cezasına dair bulunan mahkûmiyet 16 Temmuz 1938 tarihli ve 3961 sayılı Kanunun 1 nci maddesi ile bütün hukuki ve fer'î netayie ve tesirata şâmil olduğu;

3. Mahbubenin şikâyetine gelince: Yapılan tahkikat sonunda bunların tamamen mesnetsiz olduğu ve bu itibarla tutanağın onanmasının kanuni bir zaruret olduğu kanaat ve neticesine varılmıştır.

Komisyonumuz dahi Yüksek Seçim Kurulu tarafından ileri sürülen bu kanuni ve hukuki mütalâaların mevzuatımıza uygun bulunduğu neticesine vardığından itirazın reddine ve yapıldığı iddia olunan idarî baskı hakkında hiçbir delil gösterilememiş bulunmakla keza bunun da reddine ve Selâhattin İnan'la Muhtar Ertan'ın tutanaklarının tasdikına ittifakla karar verildi.

(İmzalar)
Bu örnekte de görüldüğü üzere, genel siyasi konjonktürdeki yumuşamalar ile devletin işine geldiği zaman bile 27 yıl aradan sonra Lozan Antlaşması hükmüne atıfta bulunarak kararını gerekçelendirmesi dikkate değerdir. Türk devletinin Kürtlerin varlığını ve ulusal haklarını reddi, cumhuriyetten günümüze siyah renkten beyaz renge doğru hareket ettirilen bir skalaya benzer. Siyah renk, Kürtlerin henüz varlıklarının inkâr edilmediği, edilemediği safhadır. Zamanla bu alan gri, daha sonra açık gri ve sonunda beyaz renge dönüştürülerek, Kürt kimliği ve varlığı inkâr ve görünmez kılınmaya çalışılmıştır.

Renk skalasında Kürt sorununun ağırlıklı tanımı ‘eşkıyalık’, ‘asayişsizlik’, ‘feodalizm’, ‘geri kalmışlık’, ‘modernleşme karşıtlığı’, ‘dış mihrakların işi’ ve ‘terör’ olarak ifade edilir. Fakat konjonktüre göre bu tanım bazen beyazdan, yani inkardan siyah renge doğru örneğin, İskân Kanunu’ndaki değişiklik, Kürt ileri gelenlerinin milletvekili seçilmeleri ve Salahattin İnan kararında olduğu gibi ters yöne kayışlar da göstermiştir.

Devletin muktedirleri; yakın dönemde bu göreceli ters eksen değişikliklerini, ‘Doğu sorunu’, ‘Kürt realitesini tanıyoruz’, ‘federasyonu bile tartışabiliriz’, ‘Kürt sorunu vardır’ veya Avrupa Birliği’nin üyeliği Diyarbakır’dan geçer’ çıkışlarıyla dillendirmişlerdir. Fakat en sonunda devlet, skalanın göstergesini gri renkte, ‘Kürtler vardır ama kolektif hakları olamaz’ noktasında sabitleştirmiştir.

Günümüzde Olağanüstü Hal, Bölge Valiliği ve Kayyum gibi Kürt sorununa ilişkin icraatlar, devletin bagajındaki aktüel yaptırımlardır.1960’dan itibaren Kürt meselesinde, af ‘eşit yurttaşlık’ ilkesi öne sürülerek, cezaevlerinde olan iktidara muhalif Türk gruplarla aynı kategoride ele alınmaya başlanmıştır. Devletin Kürt fobisinden kaynaklanan katı tavrı, ister istemez muhalif Türk gruplarının özgürlük alanlarını da etkilemektedir.

Af, ‘Geçmiş olayları unutma yasası’ olarak ilk defa M.Ö 404 yılında Atina’da ilan edilmiştir. Aflar toplumsal ve politik krizler ve çalkantılar sonrası çıkar. Geçmişin tekerrür etmemesi için sorunu oluşturan tarihsel, siyasal ve toplumsal nedenlerin ortadan kalkması için yapılır. Bu kalkmadığı müddetçe eylem ve yaptırım tekrarlanır.

Cumhuriyetten günümüze Kürtlerin ulusal demokratik hakları için mücadele, devlet için ‘suç’, Kürtler için hak arama eylemidir. Türk devleti Kürtlerin ulusal kolektif haklarını teslim etmediği sürece, bu kısır döngü de devam edip sürecektir.

--------------------

Dipnotlar:

(1) 1950 affından sol siyasi mahkumlar muaf tutuldular.

(2) Göç ve Ötesi, Tarih Vakfı Yurt Yayınları, İlhan Tekeli Toplu Eserleri -3, İstanbul, (2008).

(3) TBMM Tutanak Dergisi, Yirmi üçüncü Birleşim, 14.VII.1950 Cuma.

Twitter: @cetin_ceko

#buttons=(Kabul etmek!) #days=(20)

Web sitemizde çerezler kullanılmaktadır.Daha fazla bilgi edin
Accept !
Yukarı Git