Küçük ‘adımlar’, büyük hesaplar: Devletin Kürt stratejisinde Öcalan’ın konumlandırılması

Öcalan, yalnızca bir “müzakere” aktörü olarak değil, devlet açısından Kürt ulusal taleplerinin geri çekilmesini mümkün kılabilecek bir otorite olarak konumlandırılmak istenmektedir. Komisyon üyelerinin İmralı’ya gidecek olmaları, barışın inşasına yönelik karşılıklı hak ve statü tanıma zemininden ziyade, Kürtlerin ulusal ve demokratik haklarının kontrol edilmesine ve özellikle Suriye bağlamında Kürt statüsünün sınırlandırılmasına dönük jeopolitik bir strateji olarak değerlendirilebilir.
Türkiye’de devlet ile Abdullah Öcalan arasında yürütülen diyalog süreci, resmi söylemde “toplumsal barışın tesisi” ve “çözüm üretme iradesi” çerçevesinde sunulsa da, sürecin arka planına bakıldığında çok daha kapsamlı bir siyasal mühendislik çabasının izleri görülmektedir. Bu bağlamda TBMM’de kurulan “Barış ve Kardeşlik Komisyonu”nun Öcalan ile İmralı’da yüz yüze görüşme kararı alması da bu mühendisliğin bir parçası olarak değerlendirile bilinir.

Öcalan ile sürdürülen temaslar, dar anlamıyla PKK’nin silahsızlandırılması hedefiyle sınırlandırılamaz. Süreç aynı zamanda Kürtlerin kolektif ulusal ve demokratik haklarına ilişkin taleplerin sınırlandırılmasını, özellikle de Kürtlerin statü arayışının bölgesel ölçekte kazandığı ivmenin kırılmasını amaçlayan daha geniş bir devlet stratejisinin parçasıdır. Bu çerçevede diyalog süreci, iç politikadan bağımsız düşünülemeyecek olmasına rağmen, belirgin biçimde bölgesel jeopolitiğin dinamikleri tarafından şekillendirilmiştir.

Süreç kamuoyuna “silahların susması” ve “demokratik çözümün inşası” gibi kavramlarla kodlanmış olsa da, devletin temel beklentisi Kürtlerin siyasal talep ve hedeflerinin daraltılmasıdır. “Ülke bütünlüğü”, “üniter yapı” ve “terörün tasfiyesi” gibi ifadeler, siyasal söylemin görünür katmanında yer almakla birlikte, pratikte Kürtlerin statüye dayalı taleplerinin sınırlandırılmasına yönelik bir çerçeve sunmuştur.

Bu bağlamda Öcalan, yalnızca bir “müzakere” aktörü olarak değil, devlet açısından Kürt ulusal taleplerinin geri çekilmesini mümkün kılabilecek bir otorite olarak konumlandırılmak istenmektedir. Öcalan’ın PKK üzerindeki tarihsel nüfuzu, devletin Kürtlerin statü, ulusal ve demokratik taleplerini minimize etmeye dönük hedefleriyle kesişmiş ve sürecin asimetrik doğasını daha da görünür kılmıştır.

Bu yaklaşımın belirleyici nedenlerinden biri, Arap Baharıyla Suriye’de 2011 sonrası ortaya çıkan siyasal boşluk ve 2014’te IŞİD saldırılarının yarattığı kaotik ortamda Rojava’da Kürtlerin özerklik modelini fiilen inşa etmeye başlamasıdır. Türkiye açısından bu gelişme, Güney Kürdistan’da oluşan statünün ardından ikinci bir “Kürdistan siyasal varlığı”nın ortaya çıkmasına yönelik ciddi bir jeopolitik risk olarak algılanmıştır. Ankara'nın, Güney Kürdistan’da ortaya çıkan yapıyı “tarihi bir hata” olarak nitelemesi ve benzer bir statünün Suriye’de oluşmasını engelleme çabası, Öcalan ile yürütülen diyalog sürecinin bölgesel düzeydeki yönünü açıkça ortaya koymaktadır.

Bu nedenle TBMM’deki komisyonun ve devletin Öcalan’la yürüttüğü temasların temel hedeflerinden biri, Türkiye’nin kendi Kürt sorununu çözmekten ziyade, Suriye’deki Kürtleri statü arayışından uzaklaştırmayı hedeflemektedir. Bu durum resmi söylemde dile getirilmemiş olsa da, diyalogun pratik işleyişi ve siyasal atmosferi, Öcalan’ın kamuoyuna yansıdığı kadarıyla Rojava konusundaki suskunluğu, sürecin Suriye’deki Kürt siyasi varlığına yönelik bir fren mekanizması olarak devreye sokulduğunu göstermektedir.

Devlet açısından en kritik eşiklerden biri, Öcalan’ın 27 Şubat tarihinde PKK’ye yaptığı silah bırakma çağrısı sırasında, Kürtlerin bağımsız devlet, federasyon, özerklik veya kültürel siyasal statüye ilişkin temel taleplerinden vazgeçildiğini açıklamasıdır. Bu deklarasyon, yalnızca Kuzey Kürdistan’daki Kürt hareketlerinin siyasal pozisyonunu değil, aynı zamanda Suriye’deki Kürt siyasi aktörlerin uluslararası meşruiyet zeminiyle ilişkilerini de etkilemiştir. Öcalan’ın ortaya koyduğu bu pozisyon, Suriye’deki Kürtlerin bölgesel kazanımlarına verilen politik desteğin zayıflamasına dolaylı biçimde katkı sunmuştur.

Bu çerçevede Ankara, diyalog sürecini yalnızca çatışmanın sonlandırılması amacıyla değil, aynı zamanda Kürt hareketinin bölgesel stratejik hattını yeniden şekillendirmek için kullanmaya çalışmaktadır. Öcalan ile yapılan görüşmelerde Suriye’deki gelişmelere ilişkin “mesafe koyma”, “çekimser pozisyon alma” veya “destek vermeme” gibi beklentiler, resmi tutanaklara açık biçimde yansıtılmamış olsa da, sürecin siyasal mantığını belirleyen temel unsurlar arasında yer almaktadır.

Genel olarak değerlendirildiğinde, devletin diyalog sürecindeki yaklaşımı, Kürtlerin tarihsel olarak gasp edilen kolektif ulusal demokratik haklarını tanımak yerine, bu taleplerin kapsamını daraltmayı ve bölgesel düzeyde ortaya çıkan yeni siyasal fırsatları sınırlandırmayı amaçlamaktadır. Öcalan’ın PKK, DEM, PYD ve YPG üzerindeki etkisinin bu yönde kullanılması beklentisi, sürecin asimetrik ve devlet üstünlüğüne dayalı niteliğini daha da belirgin kılmaktadır.

Devletin Öcalan üzerinden Kürtlerin statü taleplerini sınırlamayı, hatta gerektiğinde tamamen ortadan kaldırmayı hedefleyen yaklaşımı, kimi durumlarda kendi mantıksal sınırlarını aşarak kontrol dışı sonuçlar da doğurabilir. Bu durum, Kürt meselesinin devletin öngördüğü çerçevenin dışında, Kürtler lehine farklı bir siyasal mecraya evrilme ihtimalini de gündeme getirebilir. Nitekim halk arasında kullanılan “Hamama giren terler” sözü, devletin başlattığı bu sürecin yalnızca tek yönlü sonuçlar doğurmayacağını, tersine karşı sonuçlar üretme potansiyeli taşıdığını da göstermektedir. Zira Tayyip Erdoğan’ın sürece yönelik temkinli tavrı da bu duruma işaret etmektedir.

Son dönemde bazı devlet yetkilileri, Kürtçenin kamusal alanda kullanımının genişletileceği ve yerel yönetimlerin yetkilerinin artırılacağı yönünde açıklamalar yapmaktadır. Şüphesiz bu tür düzenlemeler sembolik olmaktan öteye geçen adımlar olabilir ve bu yönüyle küçümsenemez. Ancak bu adımları motive eden temel saikin, Kürtlerin statüye dayalı federasyon veya siyasi özerklik taleplerinin önünü kesmek olduğu da göz ardı edilmemelidir. Yani devlet, sınırlı bazı kültürel ve yönetsel düzenlemelerle daha kapsamlı siyasal taleplerin gündemden düşürülmesini hedeflemektedir.

Öte yandan PKK üyelerine yönelik yasal düzenlemeler dahil olmak üzere, yukarıda belirtilen kısmi adımların atılması Aralık ayının sonuna bırakılmıştır. Aynı dönemde Suriye’de, ABD ve Fransa’nın arabuluculuğunda Şam yönetimi ile Rojava Özerk Yönetimi arasında yürütülen entegrasyon görüşmelerinin takvimsel olarak Aralık ayına işaret eden bir son tarih taşıdığı da bilinmektedir. Bu çakışma, Ankara’nın iç siyaset ile Suriye sahasındaki gelişmeleri paralel bir stratejik hat üzerinde değerlendirdiğini göstermektedir. Ayrıca TBMM’deki komisyonun çalışma süresinin uzatılmaması hâlinde Aralık ayında sona erecek olması da bu zamanlamanın rastlantısal olmadığını düşündürmektedir.

Bu bütünlük içinde değerlendirildiğinde, atılan adımların hem iç hem dış politikada birbirini tamamlayan bir senkronizasyon içinde olduğu ve devletin Kürt meselesine yaklaşımında zamanlamanın bilinçli biçimde stratejik bir araç olarak kullanıldığı görülmektedir.

Bu nedenle Öcalan ile yürütülen diyalog ve Komisyon üyelerinin İmralı’ya gidecek olmaları, barışın inşasına yönelik karşılıklı hak ve statü tanıma zemininden ziyade, Kürtlerin ulusal ve demokratik haklarının kontrol edilmesine ve özellikle Suriye bağlamında Kürt statüsünün sınırlandırılmasına dönük jeopolitik bir strateji olarak değerlendirilebilir.
X: @cetin_ceko
Etiketler

#buttons=(Kabul etmek!) #days=(20)

Web sitemizde çerezler kullanılmaktadır.Daha fazla bilgi edin
Accept !
Yukarı Git