Türk Genel Kurmay Başkanı İlker Başbuğ'un Harp Akademileri'ndeki konuşması Süleyman Demirel'in, Cüneyit Arcayürek'e orduyla ilgili anlatmış olduğu öyküyü hatırlattı. Arcayürek'in “Derin Devlet” kitabında yer alan bu öykü, Türk ordusunun önemli karakteristik özelliğini tasvir eder. Demirel'in orduya ilişkin öyküsü şöyledir:
"...Bana 1981 Martı'nda (12 Eylül Darbesi'nden sonra siyaset yapamadığım yıllarda) çeşitli milletlerin parlamenterlerinden yirmi kişilik bir heyet gelmişti. Sekreter ve yardımcılarıyla birlikte kırk kişi."
"Soru sordular, dediler ki, 'biz bütün yerlerde konuştuk. Sizinle de konuşmak istiyoruz. Sizin memlekette ordunun ikide bir devlet idaresine el koyması, ordunun ilahi bir hakkı mıdır?"
"Ben onlara hayır veya evet demedim, şöyle cevap verdim: Siz Hristiyansınız, biz Müslümanız. Tek Allah'a siz de inanırsınız, biz de inanırız. Allah tektir: Lailaheillallah. İhlas suresinin birinci ayeti 'Kul hüvallahü ehad' der. Allah tektir. Öyle olunca hepimizi aynı Allah yarattığına göre, şimdi diyelim ki Allah, Alman milletini yaratmış, onlar bir ordu kurmuşlar. İngiliz milletini yaratmış, onlar da bir ordu kurmuşlar."
"Türkiye'ye gelince: Allah evvela orduyu yaratmış, sonra -haşa, Allah hatadan münezzehtir- bakmış bir eksiklik oldu, bunlar için de bir millet yaratmış."
Demirel'in "ordunun ikide bir devlet idaresine el koyma" öyküsünü daha rasyonel olarak okursak, ordunun devlete sistematik olarak müdahalesini kendisine bahşedilmiş “ilahi” bir hak olarak yorumlamamız gerekir. Bu açıdan Türk Genel Kurmay Başkanı İlker Başbuğ'un Harp Akedemileri'ndeki konuşmasını "açılım" veya "ılımlı vesayet" olarak değerlendirmek, Genel Kurmay'ın sivil siyasete müdahalesini zimmen de olsa onaylamak, göz yummak anlamına gelir. Bu konuşmanın yorumu bile abestir. Genel Kurmay Başkanı hak ve sorumlulukları dışına çıkan alanlara müdahale ederek görüş belirtmesi, sivil siyaseti ordunun düşünce ve eylemleri çerçevesinde yönlendirmeye çalışması, demokratik norm ve işleyiş açısından taban tabana zıttır, suçtur.
Vesayet altında kısırlaştırılmış siyaset yapmanın acısını çeken, fakat yüksek sesle bunu söyleyemeyip tavır koyamayan Türk siyaset dünyasının ruh hali bu açıdan acınasıdır. İktidar iktidar olamadığı için, muhalefet muhalefet olmadığı için böyle bir konuşma yapan Genel Kurmay Başkanı'nı görevden alma cesaretini gösterememektedirler. Türkiye'deki değişim ve dönüşümün önündeki tek engel ordu ve bürokratik aparat, onun referans olarak başvurduğu Kemalist resmi devlet ideolojisi olduğu Türk Genel Kurmay Başkanı Başbuğ'un son konuşmasıyla bir kez daha teyit edilmiştir. Bazı çevrelerin bir buçuk saatlik bu konuşmayı "açılım" olarak nitelemelerinin tek dayanağı Mustafa Kemal'e atfen "Türk halkı" değil "Türkiye halkı" belirlemesi olmuştur. Başbuğ'un geleceğin komutan adaylarına neden Silahlı Kuvvetler'in isminin “Türkiye Silahlı Kuvvetleri” değil de “Türk Silahlı Kuvvetleri” olduğunu açıklamadığı veya açıklayamadığı ise ayrı bir tartışma konusudur.
Başbuğ'un konuşması ister "açılım", ister "ılımlı vesayet" olarak nitelendirilsin, devletin Kürt sorunundaki geleneksel bakış açısının dışında yeni bir bakışı söz konusu değildir. Tersine Kürtlerin ve demokrat Türk çevrelerin iyimser açılım, beklenti ve umutlarını yok etmeye yönelik çıkışlardır. Özellikle 29 Mart yerel seçimlerden sonra Kürtlerin ulusal ve demokratik taleplerinin daha güçlü bir sesle dillendirilmesini engellemeye ve siyasi taleplerin bastırılmasına yönelik bir söylemdir. Söz konusu konuşma, ordunun Kürt sorununa yaklaşımındaki yol haritasını bir kez daha ortaya çıkarmıştır. "Dağdan indirme" adı altında yapılan girişim ve propagandaların aslında "dağa çıkarma" ve Kürtlerle savaş, ordunun Kürt sorununa ilişkin vazgeçilmez yaklaşımıdır. Bunun açık kanıtı Başbuğ'un altını çizerek belirttiği köy koruculuğu sisteminin devamındaki ısrarıdır. Türk ordusunun Kürtleri teyakkuz ve savaşta tutma çabası, garipsenecek bir yaklaşım değildir. Güney Kürdistan gerçekliğinin hazmedilememesi, kör topal da olsa Irak modelinin kendilerine sirayet etmesini engelleme çabalarıdır. Ordunun devlet yapılanması içindeki hegemonyasının yegane nedeni Kürt sorununun çözümsüzlüğünün devamı yani Kürtlerle savaşın sürdürülmesidir. T.C ordusunun bu çırpınışları Türkiye'nin siyasi sınırlarını korumaktan çok ordunun, devlet ve sivil toplum üzerindeki sınırlarını daraltmama, sivil siyaset üzerinde belirleyiciliğini sürdürme gayretinden başka bir şey değildir.
Geçtiğimiz günlerde DTP kadrolarının enterne edilmesine yönelik yapılan operasyonla Başbuğ'un çıkışını tesadüfü değerlendirmek de saflık olur. Görünen o ki, bu konuşma ve operasyon eş zamanlı olarak hazırlanmış, 29 Mart yerel seçim sonuçları ardından ise düğmeye basılmıştır. DTP operasyonunu PKK'nın silâhsızlandırılması için yapılması düşünülen "Kürt Konferansı" öncesi Türkiye'nin ev ödevi olarak veya 29 Mart seçimlerinin hazımsızlığı DTP, HAKPAR vb. Kürt partilerinin legal siyasi alanda beklenenin üzerinde yol kat etmelerinden duyulan rahatsızlık olarak değerlendirmek mümkündür. Ayrıca, Ergenekon davasını dengelemek için yapılan kalın, kaba bir ayar operasyonu olarak da yorumlanabilir
Ulus devlet fetişizmi, bireysel hak ve özgürlüklere evet, grupsal hak ve özgürlüklere hayır yaklaşımı, Başbuğ ve onun gibi düşünen oligarşik devlet erkinin kırmızı çizgileridir. Bu kırmızı çizgilerin Kürtler için hiç bir anlamı yoktur. Kürt sorununun çözümü kendi doğal mecrasında ilerlemektedir. Devlet düne kadar bireysel hak ve özgürlükleri bile kabul etmezken, bugün gelinen nokta ulusal hakların verilmesini nasıl barajlarız tartışmasıdır. Yarın ise tartışılacak konu hangi ulusal hakların verilip verilmeyeceği tartışması olacaktır. Yani garp cephesinde gedikler açılırken, şark cephesi bu gediklerden ilerlemeye devam etmektedir. 090417
Yayınlanma:: 2009-04-17