Irak ve Suriye’de
yaşananlara hangi bakış açısından bakarsanız bakın, üstünden atlanılmayacak,
ıskalanamayacak bir gerçek var. O da, yerel siyasal güç ve aktörlerin düzen
kurucu olarak sürece dahil edilmeden, onların onayı, iradesi, katılımcılığı
olmadan çözümün ve istikrarın sağlanamayacağıdır.
Bu açıdan mevcut
devletler ve yeni oluşacak devletler, içlerinde barındırdıkları uluslar, dinler
ve farklı mezhepsel kimlikleriyle tarihten gelen yerleşik doğal sınırlara
tekabül eden, evrensel demokratik hakları kapsayıcı yeni bir yapılanmaya
yönelmiş durumdalar. Özellikle
Ortadoğu’da seküler, karma siyasal aktörlerin dışında mezheplerin ve ulusların
tekrardan tarih sahnesinde ağırlıklarının olmasının nedenlerinden biri de
budur.
Çünkü ulusal,
dinsel ve mezhepsel ayrımcılığın, baskının devam ettiği coğrafyalarda şu ana
kadar kendilerini ulusal kimlikleriyle öne çıkaramamış ve eşitler kategorisinde
yer verilmemiş uluslar, ulusal hakları,
dinler ve mezhepler ise ruhani hakları için çaba içindeler.
Kemalistler ve
İslamcıların önemli bir kesimi, hatta Öcalan’ı da buna katabiliriz, “kimlik ve
mezhep siyasetinin ülkeyi, toplumu bölen ve parçalayan bir siyaset olduğu, buna
karşı mücadele edilmesi gerektiği” tezini savunurlar. Bu tez, özünde egemen
ulus, egemen din ve egemen mezhebin, diğer kimliklerin eşit hak ve sorumluluk
taleplerini baskılamaya, barajlamaya yönelik bir söylem ve siyaseti içinde
gizler.
Oysa modern
anlamda demokratik toplum ve kurumların inşasında “kimlik siyaseti” pozitif ve
tarihsel haksızlıkların giderilmesinde önemli rollere sahiptirler. Çok uluslu
devletlerde baskı altına alınmış, asimile edilmiş, ötekileştirilmiş
"alt" uluslar, dinler ve mezhepler var oldukça kimlik siyaseti de var
olacaktır.
Batı
coğrafyasının tarih koridorunda oluşan ulus devletler, -istisnalar hariç- barış
ortamında kardeşçe inşa olmamışlardır. Bir ulusun diğer ulusa uyguladığı
baskının sonucu diğeri devletleşmiştir.
Fakat Ortadoğu’da
Birinci Dünya Savaşı ardından, dönemin emperyalist devletleri İngiltere ve
Fransa’nın sömürgeci cetvel siyaseti belirleyici olmuştur. Her iki devletin
milim şaşmayan cetvelle çizilmiş yapay devlet sınırları ve kendilerine bağımlı
iktidarlar, günümüz kuşaklarına savaş ve kaosu miras olarak bırakmıştır.
Irak ve
Suriye’deki iç savaşlar, ulusal ve mezhepsel sorunlarındaki eşit kolektif
haklara sahip olamama, bir kimliğin tek başına iktidara sahip olup, diğer
kimliklere hükmetme ve yönetme ısrarından kaynaklanan savaşlardır.
Beklenmeyen hamle
Irak’taki Arap
Sünni bölgesi Musul başta olmak üzere birçok bölge Şii Bağdat yönetiminin
denetiminden çıkarak Sünnilerin eline geçti. 60 bine yakın çoğunluğu Iraklı Şii
asker, mevzilendikleri toprakları kendi anavatanları, halkı kendi mezhebinden
görmediği için, askeri karargah ve araç gereçlerini bir çırpıda yerel isyancı
güçlere teslim ettiler veya saf değiştirdiler.
Bağdat’ın
uyguladığı tekçi siyaset, Irak Şam İslam Devleti, eski Baascılar ve Sünni
aşiretlerin ittifakı ile Sünni halktan destek alarak Bağdat yakınlarına kadar
ilerledi, dünya petrol fiyatları tavana vurdu. Bu beklenmeyen gelişme, öteden
beri sorgulanan Çok Uluslu Güç’ün 2003 Irak'ı işgali sonrası bölgeye yönelik
izlediği politikayı tekrardan tartışmaya açtı. Ayrıca Obama’nın iktidara
gelmesiyle yapılandırılan ABD’nin dış siyaseti bağlamında Irak politikası
yeniden sorgulanmaya başlandı.
Ama şu açık ki,
Nuri El Maliki yönetiminin Şii siyasal egemen karakterinden kaynaklanan çok
uluslu, çok dinli ve mezhepli Irak’ta, bir ulusun ve mezhebin diğer ulusları ve
mezhepleri baskı altına alarak yönetmek istemesine verilen tepki belirleyici
oldu.
Hatta çatışmanın
Kürdistan Bölgesi Yönetimi ile Bağdat El Maliki Yönetimi arasında patlak
vereceği ihtimaller dahilindeyken, Sünni radikal İslamcı kesimin Musul operasyonu
herkesi şaşırttı.
Siyasal
aktörlerin kimlikleri ve hedefleri elbette önemlidir. Bu ittifakın bileşenlerine baktığımız zaman,
demokratik ve evrensel değerler açısından Irak’ın mevcut sorunlarına çözüm
getirecek bir yapıya sahip olmadığı açıktır. İktidarı ele geçirdikleri takdirde
kendilerine yapılanları başkasına daha ağır bir şekilde yapmayı meşru gören bir
anlayışa sahiptirler. İttifakın, Sünnilerin Irak’ta eskiden olduğu gibi tüm
Irak’ı yönetmesi mi, yoksa Sünni bölgesini federe yetkilere sahip Kürdistan
gibi bir statüye kavuşturup, Bağdat’ın iktidar ortağı olmak mı isteyeceklerini
kısa zamanda göreceğiz.
Musul krizinin Kürdistan sorununa etkileri
Ana başlıklar
altında sıralarsak; Musul krizi ardından Kürdistan Bölgesi Yönetimi (KBY)
siyasi ve askeri öngörüsüyle önemli ve başarılı bir sınav vermiştir.
KBY, Sünni-Şii mezhep
çatışmasında her iki tarafın birbirine ve Kürtlere karşı tavrından dolayı,
çatışmalardan uzak durmaya ama Kürdistan topraklarına yönelik saldırılara cevap
veren bir duruş sergilemektedir.
KBY’nin krize
yaklaşımı, siyasi ve askeri kapasitesi, uluslararası düzeyde Kürdistan üzerinde
güvenin oluşmasına, bölgenin demokratikleşmesinde ve istikrarında önemli aktör
olduğunu bir kez daha teyit ettirmiştir.
KBY, kendi
topraklarını ve bu topraklar dışında yaşayan Kürtleri, Arapları, Türkmenleri,
Ermenileri ve Süryanileri saldırı ve katliamlardan korumuş ve insani yardımda
bulunmuştur.
KBY, 140. Madde
bağlamında Bağdat ile çözümü kitlenen Kürdistan'ın coğrafi ve tarihi bütünlüğü
açısından stratejik ve manevi değeri Kürtler için hayati önemi olan Kerkük,
Xaneqin, Mendeli, Şingal ve diğer Kürdistan'dan koparılmış bölgeleri idari
kontrolüne katmıştır.
Petrol zengini
Kürdistan kenti Kerkük’ün KBY'nin idari kontrolüne geçmesi ardından, Şii-Sünni
ittifakı artı İran ve Türkiye’nin desteği ile tekrardan Kürdistan'dan
koparılmasına ilişkin hamlelerin gündeme gelmesi kaçınılmaz gözüküyor. Bu kez
uluslararası baskılar ve Bağdat'ın dayatması karşısında Kürdistan Hükümeti’nin tavrı
tarihsel açıdan önem arz ediyor. Kerkük, Kürdistan’ın Irak ile yollarını
ayıracağı, iplerin kopacağı en kritik sorun olma özelliğine sahip diyebiliriz.
Irak ile sorunların
çözülememesi durumunda, Güney Kürdistan’ın olası bağımsızlık ilanı, bölgesel ve
uluslararası şartları Kürtler lehine daha da olgunlaştırmıştır.
Bağımsızlık ilanı
kısa süreçte gündeme gelmese bile, Hewler ile Bağdat arasındaki sorunların
çözümüne ilişkin KBY’nin, Bağdat karşısında pozisyonu kuvvetlenmiştir.
Geç de olsa dokuz
aylık bir süre ardından olağanüstü bir dönemde Kürdistan Hükümeti’nin
kurulması, Kürdistan’da demokratik teamüllerin işlemesi açısından önemli bir
göstergedir.
Nisan ayında
yapılan Irak Genel Seçimleri ardından yeni bir hükümetin kurulma şartları çok
zayıf iken, bugün itibariyle neredeyse imkansız bir noktaya gelmiştir.
Kürdistanlı
siyasal güçler arasında yaşanan gerginliğin, ulusal çıkarlar söz konusu
olduğunda nasıl bir tavır takınılacağı açısında bu kriz önemli bir sınav
olmuştur.
Doğal enerji
kaynaklarının sahiplerinin yerel güçler olduğu, gerek bölgesel ve gerekse
uluslararası güçlerin dışardan düzen dizayn etmesine boyun eğilmeyeceği ortaya
çıkmıştır. Dengelerin değiştiği taşların tekrardan yerine oturacağı doğal ama
sancılı ve uzun bir sürece girilmiştir.
Düne kadar dizayn
masasında kart olarak görülen yerel aktörlerin kart değil, kendi rollerini
oynayan oyuncular oldukları artık kabul edilmektedir.
Musul krizi
ardından “bölgedeki Kürtlerin kendi geleceklerini kendilerinin belirleyeceğini”
hükümet partisi sözcüsü Hüseyin Çelik tarafından dillendirilmesi önemlidir. Bu
açıklama, Kürdistan sorunu bağlamında Türkiye’de iktidar kanadının şu ana kadar
yaptığı en ileri açıklama olduğu ve üzerinde önemle durulması gereken tesadüfü
bir açıklama olmadığının altını çizmemiz gerekir.
Görünen o ki,
yerel aktörlerin düzen kurucu olarak rollerini oynamaya başladığı tarih
sahnesinde, ne Irak, ne de Suriye eskisi gibi olmayacak! Ya Türkiye ve İran
nasıl olacak sorusunu da sormayı unutmamalıyız!
twitter@cetin_ceko