'Kürt açılımı', 'demokratik açılım', 'Türkiye modeli' ve Kürtler

Çetin Çeko
0
 Devlet katında cumhuriyet tarihinden bu yana Kürt sorununun “çözümü” konusunda en yoğun tartışmaların yaşandığı herkesin hemfikir olduğu bir nokta. Tartışmanın kendisi gerek Türk ve gerekse Kürt siyasal yapıları içinde sorunun çözümüne
ve kendisine ilişkin farklı yaklaşımları ortaya çıkartarak devam etmekte. Kürt sorununun çözümüne katkı açısından olumlu bir gelişme.

Cumhurbaşkanı Gül'ün ilk olarak Mart ayında Tahran'a yaptığı gezi sırasında “Kürt sorununda güzel şeyler olacak” açıklamasını birkaç kez tekrarlaması, ardından Başbakan Erdoğan'ın AKP Başkanı sıfatıyla DTP ile görüşmesi ve hükümetin İçişleri Bakanı Atalay'a verdiği görevle gazeteci, yazar, akademisyenler ve sivil toplum örgütlerinin bu konuda görüşlerinin alınması, MGK'dan çıkan "istişarelere devam" kararı, Gül'ün beş ay önceki açıklamasının kişisel bir “iyi niyet” değil, tasarlanmış bir devlet projesinin başlangıç sinyali olduğunu ortaya çıkarmıştır.


Kuşkusuz bu girişimi tetikleyen bir çok faktör bulunmaktadır. Bunların başında Kürt hareketinin kendi dinamikleri, Güney Kürdistan gerçekliği, Obama'nın bölgede ve dünyada sorunların diyalog ve demokratik normlar çerçevesinde çözüm siyaseti, AB'nin Kopenhag Kriterleri şartı ve Türkiye'nin iç dinamiklerindeki alt üst oluşlar, değişimin ulusal ve uluslararası siyasal ayağını oluşturmaktadır.


Diğer önemli bir konu ise, Türkiye'nin Bakü-Tiflis-Ceyhan, İran-Türkiye ayrıca Nabucco ve Güney Akım (Bu hat yalnızca Kürdistan topraklarından geçmemektedir) projeleri başta olmak üzere, Güney Kürdistan doğal gazı ve petrolünü de içine alan Kafkasya ve Ortadoğu enerji kaynaklarının Avrupa'ya transferinde Türkiye'nin istasyon ülke konumuna gelmesidir. Özünde söz konusu boru hatları ve vanalarının kendi topraklarından geçmesinden dolayı bunların ikinci sahibi Kürtler, üçüncü sahibi ise Türk devletidir. Önümüzdeki süreç içinde bölgede ve uluslararası düzeyde Kürt sorununun varacağı nokta belirsizliğini korumaktadır. Devlet, Kürtlerin “aidiyet” duygusu ile “Türkiye vatandaşlığı” kavramına bağlanmalarını ikinci vana olma pozisyonunu elinden kaybetmemek için hayata geçirmeye çalışmaktadır. Enerji hattı anlaşmalarının imzalanması ile hükümetin “Kürt açılımı” söylemleri arasında zamanlamalar bir birine denk düşmektedir. Kuşkusuz enerji savaşlarının yaşandığı bir dönemde, anlaşmalara taraf olan ülkeler; sıtabil, güvenlik sorunu olmayan, demokratik bir Türkiye ile işbirliği yapma şartını istemeleri en doğal talepleridir.


Son dönemde bu önemli projelere imza atan AKP hükümeti ile Kürtler arasındaki zikzaklı sürece burada bir paragraf açmak gerekir. Kürt siyasi retoriğinin düne kadar AKP'ye yönelik Kürt sorununa ilişkin eleştirilerini belirli başlıklar atında toparlarsak; Başbakan Erdoğan'ın 2005'de Diyarbakır'da yapmış olduğu konuşmada 'Kürt sorunu benim sorunum” sözünün arkasında durmadığı, Şemdinli olayında geri adım attığı, 2007 seçimleri öncesi Güney Kürdistan'a askeri harekata karşı iken, seçimlerin ardından buna yeşil ışık yaktığı, “tek millet” söylemini savunduğu, Ergenekon davası kapsamında Kürdistan'da işlenen suçların üzerine gitmediği, parlamento içinde ve dışında DTP'ye politik ambargo uyguladığını başlıcaları olarak sıralayabiliriz. Bu önemli eleştiri başlıklarından bugüne geldiğimizde, AKP'nin iktidara sahip olma kuvvetiyle orantılı olarak bir şeyler yapmaya çabaladığını görmek gerekir. Bu bağlamda devlet katında sağlanan mutabakatın güllük gülistanlık bir şekilde sağlanan mutabakat olduğunu düşünmek saflık olur. Bu süreç AKP'nin orduyu deşifrasyonu, militarizmin ve bürokrasinin vesayeti altında siyaset yapmanın artık zaman aşımına uğradığının kavratılması ardından başlamıştır.


Bu açıdan AKP'yi gelenekselmiş politik sıfat ve kalıplar içinde değerlendirmek, Türkiye'deki siyasal dengeler açısından Kürtleri yanılgıya iteceği kanaatindeyim. Erdoğan, kendi deyimi ile Kürt sorununun “çözümü” yolunda elini taşın altına koyduğunu beyan etmektedir. Kuşkusuz bu sorunun çözümü konusunda kimlerin, veya tarafların "çözüm"den ne algıladıklarıyla ilgilidir. Kürtlerin ulusal ve demokratik haklarının tanındığı, toplumsal eşit hak ve sorumluluklar kapsamında kendi beynimiz ve kalbimizden geçen bir çözümü AKP ve devlet katında sağlanan konsensustan beklemek gerçekçi bir yaklaşım olmaz. Bu bir süreç meselesidir. Bizler sürecin sonunda değil başındayız. Daha da somutlaştırırsak Kürt sorununda devlet katında varılan nokta, bireysel ve kültürel haklar çerçevesinde bir çözüm olarak gözükmektedir. Bunun anlamı Kürtlerin ulusal haklarının görmezden gelinmesi, sürüncemede bırakılmasıdır. Öte yandan devletin seksen dört yıl önce kördüğüm attığı bu sorunu, bugün gevşetmeye, hatta kendi deyimi ile “çözmeye” çalışmasına “ya hep ya hiç” mantığı ile yaklaşmak da, ulusal ve demokratik hakların elde edilmesinde eksik bir yaklaşım olur.


Kürt sorununun, Kürdistan sorunu olduğunu devlet çok iyi bilmektedir. Devlet, Kürtlerin bireysel ve kültürel haklarla yetinmeyeceklerini de gayet iyi bilmektedir. Kimsenin Kürt sorununun Kürt ulusunun kendi özlem ve taleplerinin çözümü konusunda sürece ipotek koymaya hakkı yoktur, olamaz. Bu süreç kendi doğal mecrasında devam edecektir. Bu açıdan sorunun çözümüne ilişkin Kürtler içinde siyasal saflaşmalar netleşecektir. AKP çevresindeki Kürtler mevcut haklarla yetinirken, “demokratik özerklik” tezi çerçevesinde PKK ve Öcalan'ın talepleri ikinci bir kategori, federasyon veya bağımsızlık isteyen Kürtler ise üçüncü ve dördüncü kategoriler olarak siyasal sahnede var olacaklardır.


ilk defa devlet Kürtlerin tümüyle olmasa bile sorunu geniş bir platformda tartışmaya başlamıştır. Bunun sağırlar diyaloğuna dönüşmemesi gerekir. Yukarıda da belirttiğim üzere bu süreç Kürt hareketi içindeki saflaşmaları daha da berraklaştıracaktır. Mevcut haklarla yetinenler bu noktada kalırken, daha ileri talepleri savunanlar başka oluşumlarla yola devam edeceklerdir. Özellikle DTP, kısa ve uzun vadede Kürtlerin ulusal ve demokratik haklarının güvenceye alınması konusunda yeni bir anayasa için ısrarlı olmalıdır. Bu ısrar süreci dinamitlemek değildir. Asıl süreci dinamitleyen veya anlamsız hale getiren faktör, hem PKK'nın hem de DTP'nin tüzel kişiliklerinin önüne Öcalan'ın çıkarılması gibi bir yanlışta ısrar etmektedir. Öcalan, “siyasi öngörülerim” adı altında DTP ve PKK'yi “azarlamakta”dır. Bu yapıların kendi özgür iradeleriyle politika üretebilmeleri, kendi vücutları üstünde Öcalan'ın değil, kendi özgür beyinlerini taşıdıklarını ispatlamaları gerekir. Her hafta İmralı'dan gelecek direktiflerle hareket eden bir yapının bu süreci kotarma şansı ne kadar olabilir? Süreç bu açıdan hem DTP hem PKK hem de Kürtler açısından önemlidir.


Bugün Kürtlerle, Türk devleti arasında defacto bir süreç yaşanmaktadır. DTP'li yerel yönetimlerin iki dilli belediyecilik uygulamaları bütün baskı ve engellemelere rağmen devam etmektedir. Bazı vilayetlerde bu uygulamalara valilikler de katılarak yerel servislerde Kürtçeyi kullanılırken, işe alımlarda Kürtçe bilen personel tercih edilmektedir. Üniversite ve fakültelerde Kürt dili ve edebiyatı bölümlerinin açılması, YÖK'ün bu konuda düzenlemeler yapması, Kürtçe olduğu için değiştirilen yer isimlerinin Cumhurbaşkanı, Başbakan tarafından telaffuz edilmeleri, TRT Şeş ve benzeri uygulamaların anayasal ve hukuki hiçbir dayanağı şuan için mevcut değildir. “Kürt açılımı”, “demokratik açılım” ve “Türkiye modeli” kavramları adı altında bu boşlukların içi doldurulmaya çalışılacaktır. Başbakan Erdoğan'ın kısa vadede hayata geçirilebilecekler listesi büyük bir ihtimalle bunlardır. Orta ve uzun vadede de AKP ve devletin Kürt sorununda duracağı noktayı üniter devletin restorasyonu olarak görebiliriz.


“Kürt açılımı”, “demokratik açılım” tartışmalarının en önemli ve değer verdiğim diğer bir yönü ise, istesek de istemesek de Türk halkının belirli bir kısmında var olan anti Kürt yaklaşımın kırılmasına katkısı ve soruna yaklaşımda en azında bu kesimlerin nötr hale getirilmesidir. Kürt ulusunun varlığının ve ulusal demokratik haklarının olduğu gerçeğinin bu geniş halk yığınlarına kendi yöneticileri tarafından anlatılmaya çalışılmasını bu açıdan önemsemekteyim. Ayrıca Başbakan Erdoğan'ın 11 Ağustos'da Meclis Grup Toplantısı'nda yapmış olduğu konuşmadaki şu satırların altının çizilmesi gerekir: “Milletçe sormamızı istiyorum. Ne oldu, nerede yanlış yapıldı? Nerede yanlış politikalar uygulandı, nerede yanlış tavırlar sergilendi?” cümleleri devletin Kürtler ve bu coğrafya üzerinde yaşayan halklara karşı yapılan haksızlıkların resmi telaffuzudur. 090821


Yayınlanma:: 2009-08-21
Tags

Yorum Gönder

0Yorumlar

Yorum Gönder (0)