Ulus-devlet anlayışının Kürt sorunu çıkmazı!

Çetin Çeko
0
Kürt sorununa politik çözüm tartışmaları, Güney Kürdistan’a yapılan başarısız sefer ardından daha fazla tartışılmaya başlandı. T.C’nin resmi ideolojik bağlamı açısından Kürt sorununa ”çözüm” tartışmaları, dün olduğu gibi bugün de inkar ve imha siyasetinin uluslararası politik ortamı rahatsız etmeyecek şekilde sürdürme arayışıdır. Çözüm olarak dillendirilen kültürel, siyasal ve ekonomik açılım paketleri her defasında olduğu gibi bölgeye ekonomik yatırım, teşvik ve istihdamı genişletmek , pişmanlık-eve dönüş yasası, devletin resmi tv kanalı TRT’de günde iki saatlik yapılan Kürtçe yayının artırılması, özel tv kanallarına kürtçe yayın yapma hakkı getirilmesi, yeni açılımlar olarak öne sürülmektedir.


Kürtler bu filmi farklı aktörlerle, ama birbirine yakın senaryolarla izlemişlerdi, hala da izelemeye devam ediyorlar.


Kürt sorununun ”çözümü”nde devletin resmi tezi; ulus-devlet anlayışı içinde Kürt sorununu gizlemek, saklamak ve yok saymaktadır. Tabi bu tezi savunup da farklı yorumluyan kesimler de vardır. Bunlar ise, Kürt sorununu bireysel hak ve özgürlükler düzeyine çekerek, bu noktada frenlemek isteyen kesimdir. Kürtleri zaman zaman heycanlandıran, ”Kürt realitesi”ni tanıma, ”AB yolu Diyarbakır’dan geçer”, ”Kürt sorunu vardır”, ”Bask modeli” söylemleri, Kürt muhalefetinin kabardığı dönemelerde yapılmış ve daha sonra tersi tutum takınılarak inkar ve imha siyasetine devam edilmiştir. T.C’nin sıkıştığı zaman nefes almak için bu tür oyalamalara başvurduğu bilinen bir gerçektir. Genelde sivil siyasetçilerce ortaya atılan daha sonra emekli genarellerin de dillendirmeye başladığı, ”Kürt kimliği”, ”Kürt sorunu hepimizin sorunudur” hatta ”Türk-Kürt federasyonu” tartışmalarının bir süre sonra sahiplenilmemesi, inkar ve imha siyaseti güden kesime karşı cesur duruş sergiliyememe, iktidarı, iktidar olmayan iktidar güçleriyle paylaşma olarak değerlendirilebilinir. Ulus-devlet anyalşının şu anki ırkçı temsilcileri MHP, CHP ve TSK yöneticileri bu söylemlere bile tahammül edemeyerek, bu kesimi ”vatan hainliği” ile suçlamaktadırlar. İnkar ve imha siyasetini kabul eden ve uygulayan bu kesimin Kürt sorununa yaklaşımda bir sıkıntısı bulunmamaktadır. ”Kürt sorunu diye bir sorun yoktur, terör sorunu vardır. Bundan da devletin adli ve kolluk kuvvetleri sorumludur ”diyerek problemi ”çözmek”tedirler.


Günümüzde devletin üniter yapısı, yani ulus-devlet yapısı içinde sorunu inkar ve imha ile çözmek isteyen kesim ile Kürt öznesini telaffuz etmeden, alt kimliklerin bireysel düzeyde kendilerini ifade edebilecekleri anlayışı savunan kesimin mücadelesine tanık olmaktayız.

Bu kesim, ulus-devlet modelinden vazgeçmeden işi rötüşlarla hal etmeye çalışan kesimdir. Tabi nereden rötüşlanırsa rötüşlansın, ortaya başka bir resim çıkmaktadır: Kürtlerin bir ulus olduğu gerçeği ve parçalanmışlıkları.


Şu ana kadar Kürt sorununda T.C üst düzey yetkililerinden ulus-devlet söylemi dışına çıkan Turgut Özal’dır. Özal’ın 1991’de ortaya attığı ve Güney Kürdistan’ı da kapsayan ”Türk-Kürd federasyonu da tartışılmalıdır” söylemi bu açıdan önemlidir.. Özal’ın, bu görüşü ne kadar yüksek sesle telafuz ettiği ise hala tartışma konusu olmasına rağmen, Kenan Evren anılarında şöyle yazmaktadır: ” Cumhurbaşkanı Özal’ın Kürt meselesinde izlediği politika, ’Tabuları yıkmak lazım. Kürtlerle oturup her konuyu konuşmak, federasyon konusunu da görüşmekten çekinmemek gerekir. Benim anne tarafım da Kürt asıllıdır’şeklinde beyanda bulunursa, elbette netice bu noktaya gelecektir.(...) Sözde aydınların kabuk bağlamaya yüz tutmuş bu yarayı durmadan kaşımaları sonucu kangren haline gelmiştir. Hatta; Kürt devletinin kurulmasını savunan, bu yönde gizli yollarla bölücü örgütlerle işbirliği yapan ... bütün bunları çağdaş düşünce özgürlüğü perdesi arkasına sığınarak gerçekleştirmişlerdir. Bunları yapanlar doğru mu yapmıştır, yanlış mı? İleride tarih bunları değerlendirecektir. Ancak, tarih değerlendirinceye kadar, korkarım Türkiye bölünme ile karşı karşıya kalacaktır.” Oğul, Ahmet Özal, babasının hiç bir zaman federasyonu savunmadığı, hatta 1984’de PKK’ya karşı en cesur mücadeleyi verdiğini ileri sürse de, Güney Kürdistan hareketi liderleriyle T.C arasında ilk resmi ilişkiyi kuran, kurdurtan sivil politikacı dönemin Cumhurbaşkanı Turgut Özal olurken, askeri kesimden ise, dönemin Jandarma Genel Komutanı Orgeneral Eşref Bitlis olmuştur. Her ikisi de Kürt sorununa farklı yaklaşımlarını hayatlarıyla ödemişlerdir.


Orgeneral Eşref Bitilis’in 17 şubat 1993 günü uçağına yapılan sabotaj sonucu ölmesi, resmi ağızlar tarafından "buzlanma sonucu kaza" dense de, Kürt sorununda alışılmışın dışında bir çizgi izlediği için ortadan kaldırıldığı bilenen bir gerçektir. Eşref Bitlis ve Turgut Özal’ın Kürt sorununda tamı tamına demesek de üst üste düşen çizgileri, Güney Kürt hareketini tanımaları ve onlarla resmi düzeyde ilişki sürdürmeleridir. Dönem itibari ile PKK’ya karşı yapılan operasyonlarda TSK’nın, KDP ve YNK ile olan işbirliği, Eşfer Bitlis’in 1993’de ortadan kaldırılmasından sonra farklılıklar arz etmeye başlamış ve gerek sivil kanatta gerekse askeri kanatta Güney Kürdistan güçleri ile olan ilşikiler alt düzeye çekilmiş ve yanlış yöntem izlendiği eleştirisi yapılmaya başlanmıştır. Sivil şöven milliyetçi kesim ile TSK’nın, ”aşiret liderleri ile görüşmeyiz” türlü serzenişlerinin nedeni devlet içindeki inkar ve imhacı kesimin yeniden ağırlığını koyması olarak değerlendirilebilinir. Fikret Bila’nın ”Komutanlar Cephesi” adlı kitabında bu stratejik değişikliğin evrim dönemi TSK komutanlarıyla yapılan mülakatlarda çok açık bir şekilde görülmektedir. Eşref Bitlis’in, PKK’ye karşı KDP ve YNK ile ortak işbiriliğini içeren ”Süleymaniye Antlaşması”, Kürtler açısından talihsiz bir antlaşma olmasına rağmen, Güney güçleri ile TSK arasında imzalanan ve belge niteliği taşıyan önemli tarihi bir dökumandır. Bu tür noktalar ufak ayrıntı olarak gözükse de, başta TSK olmak üzere sivil, inkarcı ve imhacı kesimin Kürtlerle ilgili statü içeren beyan, düşünce, söylem ve belgeleridir. Son olarak muhalefet ile TSK arasındaki söz düellosunda MHP’nin TSK’yı , PKK ile ilgili üslup uyarısı, Celal Talabani’nin Ankara ziyareti sırasında protokol krızi, bunlara örnek olarak verilebilinir. Kürtlere statü içeren eylem ve belge yaratmayın, var olanları da ortadan kaldırın anlayışıdır!


Turgut Özal’ın ’’federasyon da tartışılmalıdır’’ yaklaşımı, ABD’nin Büyük Ortadoğu Projesi’nin bir parçası, Kürt sorununun yanlızca Türkiye’nin bir sorunu olmadığı, Kürtlerin bir ulus ve ülke olarak parçalanmışlığı gerçeğinin kabulü, Musul sorununun Türkiye açısından çözümünün bir aracı veya benzeri bir çok nedenle açıklanabilir. Özal’ın beyinindeki plan ve program ne olursa olsun burada önemli olan nokta, bireysel hak ve özgürlükler çizgisinden daha üst bir çizgide sorunu tartışmanın çözüm yolunu açacağı inancıdır. Ancak bu düzey, hem develet açısından hem de Kürtler açısından sorunu çözmede katkı sağlayabilir. Kürt sorununu tartışırken, federasyon veya Kürtlerin kendi geleceklerini kendilerinin belirleme hakkını ”suç unsuru”, ”bölücülük” olarak kategorize edip yaptırım uygulmaya kalkarsanız, sorunu çözme yerine kilitlersiniz. Bu da tabuların devamını, çözümsüzlüğü çözüm olarak görme siyasetini sürdürüyorum demektir. Türk halkı ve kurumları açısından sorunu yukarıda belirtilen düzeyde tartışmak, resmi ideolojinin sınırları dışında, aykırı bir durum arz etmesi ve tepki toplaması doğaldır. Bunu kırmanın yolu gerçekleri kabul edip Kürt sorununun bütün boyutuyla tartışılacağı zemini yaratmaktır. Bu görev de; iktidar, sivil toplum örgütleri ve Kürtlere düşmektedir.


Kürtler, sorunun çözümüne katkı sağlamak için tartışmanın çıtasını yükseltmeli, aşağı çekmemelidirler. ”Demokratik cumhuriyet”, ”Atatürk ilkeleri”, ” ekolojik-demokratik devrim” ve benzeri tartışmalar ise, ulus-devlet anlayışı etrafında dönen tartışmalardan öteye soruna katkı sağlayan tartışmalar olmadığı kanaatindeyim.


Yayınlanma:: 2008-03-20
Tags

Yorum Gönder

0Yorumlar

Yorum Gönder (0)