"Kürt sorununun çözümüne mesafe koyan statükoya savrulur" Bejan Matur ile söyleşi

Çetin Çeko
0
2011 genel seçimlerinin birincil ve öncelikli gündem maddesi Kürt sorunu bağlamında demokratikleşme. 2011 seçimleri Türk siyasal tarihinde Kürt sorunu başlıklı ilk genel seçimler olma özelliğine sahip. Bu sürecin baş aktörlerinden AK Parti değişim ve reform sürecinden uzaklaşıyor mu? Hükümetin icraatlarının sivil toplumun gerisine düşmesinin nedenleri nelerdir? Erdoğan’ın “Kürt sorunu yoktur, Kürt vatandaşlarımızın sorunları vardır” belirlemesi AK Parti’nin açılım açmazı mı? Kürt sorununda üçüncü aktör olarak sahaya giren CHP’nin çözüm sürecine katkıları neler olabilir? BDP, HAK-PAR ve KADEP’in seçim ittifakı Kürt hareketi ve Kürt sorununun çözümüne etkileri olacak mı? Bir kısım Alevilerin Kemalizm’e destek vermelerini sorunun tarihsel ve sosyolojik yanını göz önüne alarak nasıl izah edebiliriz? Kürt şair ve yazar Bejan Matur gündeme ilişkin sorularımızı cevaplandırdı. / Çetin Çeko


“Açılım sürecinde yapılan en büyük hata PKK’nın dolayısıyla BDP’nin baypas yapılmak istenmesiydi. BDP’yi baypas yapan bir açılım mümkün olamıyor haliyle. Otuz yıla yayılmış meselenin aktörlerinden birini nasıl görmezden gelirsin?”

"Şerafettin Elçi, Altan Tan ve Hak-Par’ın seçim ittifakına davet edilmesiyle BDP şu mesajı veriyor; “sahne de, şemsîye de benim, sözün varsa gel burada söyle”. Aslında otoritesini ilan ediyor. Bu küçük parantezi de gözden kaçırmamak lazım."

“Kürt sorunu Türkler açısından aslında bir psikolojik sorundur. Bu psikoloji anlaşılamadan sorun çözülemez.”

“Alevilik meselesi cumhuriyet tarihine bakılarak anlaşılabilecek bir mesel değil. Belki de Türkiye’nin mevcut siyasetinde kökleri en derine giden ve devam eden tek meseledir. Kürt meselesinin tarihi yüz yıllık, Alevi meselesinin tarihi ise beş yüz yıl. Şah ile Yavuz’un çatışmasından itibaren var olan bir meseleden söz ediyoruz.”

***
Sayın Matur, AKP’nin, vaatleriyle uygulamaları arasında makasın açıldığı, demokrasi ve değişim kavramları tükenmiş bir parti olarak seçimlere girdiği, hatta Erdoğan’ın “Kürt sorunu yoktur” belirlemesinin, “Kürt realitesini tanıyoruz” belirlemesinin gerisine düştüğü yorumları yapılmakta. AKP’nin değişim sınır buraya kadar mı? Yoksa bu konuda karar vermek henüz erken mi?
Keşke erken olsa. Referandum AK Parti ve Türkiye için bir kırılma noktasıydı, son sekiz yıllık iktidarında dönüşümün dinamiği halindeydi. Özellikle statüko ve vesayet rejimi ile hesaplaşmaya çalıştı. Tabi içeriğini hiçbirimizin tam olarak bilemediği, onların da anlatamadığı adı Kürt açılımı olarak konan demokratik özgürlükler ajandasıyla, ümit vaat eden bir parti gibi göründü. Türkiye’de kendine demokrat diyen, başta liberal demokratlar zaman zaman eleştirse de atılan olumlu adımları desteklediler. Bu kesimler açılımı olumlu değerlendirerek AK Parti’ye destek verdiler, yakınında durdular.

Fakat gelinen noktada, özellikle AK Parti’nin parlamento seçimleri aday profiline baktığımızda son derece renksiz, içe kapalı, Türkiye’nin farklılıklarını kuşatmayan bir profil görüyoruz. Bu hayal kırklığını göstermek için geçenlerde, Başbakan teknokrat bir hükümetle, duble yol, kalkınma, şehir projeleri, sosyal dokuya dönük onarıcı hizmet anlayışıyla yola devam etmeyi düşünüyor diye yazdım. Yazımda devamla, Başbakan ülkeyi belediye yönetir gibi yönetmeye çalışıyor. Fakat imar dışında, Türkiye’nin daha öncelikli bir sorunu var ki o da özgürlükler sorunu. AK Parti listelerinde en azından Ermeni ve sol görüşten gelen adayların olmayışı, bir önceki aday profilinin gerisine düşmesine neden oldu. Umalım ki Erdoğan şapkasından tavşan çıkararak herkesi şaşırtsın.

Peki Başbakan bizleri şaşırtabilecek mi?
Sanmıyorum. Aslına bakarsanız beklenti şuydu; AK Parti demokratik özgürlükler konusunda ileri adımlar atarak, liberal bir çizgiyle yoluna devam edecek. Başbakanın son söylemleri ile seçim öncesinde yaşananlar bunun tam tersi bir durum ortaya çıkardı.

AK Parti misyonunu tamamlıyor giderek. Bu seçimlerde AK Parti oyunu arttırarak yeniden iktidar olacak diye bekleniyor şu an. Bu da aşırı iktidar, ego, gücü tek elde tutma demek. Ve tabii haliyle gücün istismarı gelecek arkasından. Toplumun yarısından fazlasının desteğini alan bir güç, diğer kesimlerin özlem ve taleplerini görmezden gelebilir.

Özellikle Kürt sorununda AK Parti neden frene bastı?
Kürt sorununda Başbakan’ın, elini taşına altına koyduğu, gerekli adımları attığı fakat karşıdan buna olumlu yanıt gelmediği düşüncesi var. Bu yanlış ve duygusal bir yaklaşım. Sadece PKK ve BDP’nin yaklaşımını merkez alarak Kürt sorununu “çözmeye” kalmak eksiklik olur. Kürt sorunu ne PKK ne de BDP ile başladı. Sorun yüz yıllık bir sorun, Bu açıdan Başbakan’ın duygusal davranması belki de meseleyi yeterince kavrayamadığının göstergesi.

Başbakan gücü arttığı halde, karşısında bu konuyu konuşacağı bir muhatap yaratamayınca giderek soruna yaklaşımda çifte standart uygulayan, Kürtleri özne olarak kabul etmeyen bir tavır içine girdi. Daha baştan PKK / BDP’yi baypas ederek sorunu çözmeye kalkması gerçekçi değildi. İki adımda yorulmak, içe kapanmak, küsmekle sorunlara yaklaşılamaz. Bu yaklaşım AK Partiyi statükoya doğru savurmaya ve kendi statükosuna yaratmaya götürür.

Erdoğan’ın başkanlık sistemine geçme talebinin bununla bir bağlantısı olabilir mi?
Erdoğan’ın başkanlık sistemine geçme düşüncesi var, bunu açık olarak beyan ediyor zaten. Bu projesini gerçekleştirmesinin yolu ise şu an için askerle yakınlaşmadan geçiyor. Geleneksel devlet anlayışı gereği askerle sınırlı da olsa bir diyalog düzeyini tutturmak zorunda. Fakat bunun sınırlarını şu an için kestirmek zor.

Erdoğan yeşil kartı çözdüğüm gibi Kürtlerin sorunlarını da, Alevilerin sorunlarını da çözerim diye düşünüyor herhalde. Sorunlara bakışı ne yazık ki bu sorunların öznesi olanların gözünden olamıyor bir türlü. Dolayısıyla sahadaki aktörleri doğru kavrayamıyor. Açılım sürecinde yapılan en büyük hata PKK’nın dolayısıyla BDP’nin baypas yapılmak istenmesiydi. BDP’yi baypas yapan bir açılım mümkün olamıyor haliyle. Otuz yıla yayılmış meselenin aktörlerinden birini nasıl görmezden gelirsin? Erdoğan ve kurmaylarının açılım sürecini yönetememelerinin ana sebeplerinden biri bu bypasstır.

2011 seçimleri ardından yeni bir anayasa yapma vaadi var ama yeni anayasanın Kürt sorununun çözümüne şu yanlarıyla katkı sunacak diye somut söylemler yok. Kaçak bir dövüş, uzun atlama diyebileceğimiz bir seçim siyaseti güdülmüyor mu?
Haklısınız. Seçimlerde AK Parti başta olmak üzere hemen hiç bir partinin, toplumsal olayların çözümüne ilişkin somut hiç bir projesi yok. Seçim meydanlarında konuşulan argo ve meddah atışmalarından öteye gidemiyor ne yazık ki.

BDP’nin iyi ya da kötü -içini doldurur ya da dolduramaz - Kürt sorununun çözümüne ilişkin “demokratik özerklik” projesi var. Ama başbakan bu konuda tam ne diyor bilmiyoruz! Kürt meselesinin ne kadarını çözmek istiyor. Örneğin yerel yönetimler reformu çok önemli. Başbakanın bölgedeki valilerin seçimle işbaşına gelmeleri konusunda bir düşüncesi var mı? Bölgenin kendini geniş yetkilerle temsil sistemine geçmesine ikna mı? Seçimlerde bu konularda seçmene somut cevaplar verilmiyor ne yazık ki. Partiler anayasanın değiştirileceği vaadinde bulunsalar da, içeriği konusunda somut şeyler söyleyemiyorlar.

O zaman ortaya çıkacak siyasi iradenin beklentileri karşılayan bir anayasa yapma becerisinden bahsedebilir miyiz?
Yasaları kâğıt üzerinde değiştirmenin bir kıymeti var mı sahiden? Türkiye’deki devlet geleneği tam bu noktada devreye giriyor. Şöyle ki; Türkiye’de halk devletin aldığı kararlara çabuk uyum sağlayabiliyor.

Mesela TRT Şeş, devletin seksen senelik ezberini bir kararla bozabildi. Bu karara tepki olarak sokakta sadece üç-beş kalpaklı yaşlı ulusalcı yürüdü. Ama geniş halk yığınlarından tepki gelmedi. Kalabalıklar çıkıp “siz ne yapıyorsunuz, hani Kürtler, Kürtçe yoktu?” diye sormadılar devlete.
Bu aslında şunu gösteriyor; Türkiye fazlasıyla pratik ve pragmatik bir ülke, inanılmaz bir intibak potansiyeli var insanların. Siyasetin dışından bir örnek belki daha iyi anlatır bu durumu; sigara yasağını düşünün. Avrupa’da “Türk gibi sigara içmek” gibi bir deyim var. Bu kadar sigara tüketen bir toplumda sigara yasağı kondu ve toplum hızla buna uyum sağladı. Yani devlet katında alınacak kararlara halkın uyum sağlaması, kabul etmesi çok kolay oluyor. Bu aslında büyük bir avantaj.

Bülent Arınç anayasanın ‘cumhuriyet’ maddesi hariç hepsi değişebilir dedi. Bana göre o madde de değişebilir. Bu anayasa Allah’ın hükmü değil ki, kutsal kitaptan söz etmiyoruz, insan yapımı, üstelik darbe yapımı bir anayasa neticede. Onun için umutsuz değilim.

Diğer yandan Başbakanın ısrarla MHP’yi barajın altına düşürme çabası var. Bunu anayasa değişikliğine gidildiğinde yeterince güçlü olmak için istediği söylüyor. Fakat demokratik temayüller açısından bütün görüşlerin mecliste temsil edilmesi bana daha doğru geliyor. En azından daha yatıştırıcı. Bunu sadece MHP olduğu için söylemiyorum. Gücün bir erkin elinde toplanması anti demokratik faşizan uygulamalara, totaliter rejimlere götürebilir. Bunun bilinen tek panzehri ise kurumsal şeffaflaşma ve sivil toplumun sürece dahil olmasıdır.

Halk, devletin aldığı kararlara çabuk uyum sağlıyor dediniz. Kürt sorununun çözümünün önündeki en önemli engellerden biri de, Türk nüfusun diğer ulusal unsurlarla eşitliği kabul etmemesi. Hatta "açılıma" muhalefet eden partilerin direncinden çok, sokaktaki direncin buna etken olduğu söylenmekte. Bir yazınızda hükümetin sivil toplumun ilerisinde olduğunu yazmıştınız. Toplumsal yapının dokusunda nelerin değişmesi gerekir ki sorun aşılsın?
Söz konusu yazıyı kaleme aldığım dönemde hükümetin icraatları sivil toplumun çok ilerisindeydi. Bayrak mitinglerinin yapıldığı dönemlerdi. Bugün toplum dinamizm, politik bilinç ve çözüm açısından siyasetin önüne geçti. Ergenekon’la başlayan bir ayıklanma ve şeffaflaşma yaşanıyor. Sivil toplumun kontrolü eskiye oranla daha zor artık. İsteyen istediği yerde tepkisini koyuyor. Taksim 1 Mayıs meydanı bunun güzel bir örneğiydi mesela. Birileri tarafından yönlendirilen değil, kendiliğinden oluşan doğal bir muhalefet örgütleniyor. Ve daha önemlisi muhalefette devamlılık var. Bu çok önemli. Bu kadar uzun süre ayakta kalmış bir muhalefet Türkiye tarihinde de yoktur. Bir biçimde darbe yahut başka sebeplerle yenildi pek çok kuşak.

En büyük muhalefeti oluşturan Kürtlere gelince; Kürt sorunu Türkler açısından aslında bir psikolojik sorundur. Bu psikoloji anlaşılamadan sorun çözülemez. O psikoloji şu; Kürtlerin Kürt olarak kendilerini yaşama talebi var, çok anlamlı ve haklı bir taleple eşit vatandaş olmak istiyorlar. Buna karşın “Bu Kürtler daha ne istiyor” cümlesiyle başlayan karşı bir psikoloji var. Kürtlerin kendilerini farklı tarif etmesi o psikolojide karşılık bulmuyor.

Geçenlerde bir konferansta gayet zarif giyimli bir kadın yanıma gelerek “kusura bakmayın benim sorunum sizinle değil, sizi sevdim. Ama neden ısrarla kendinize Kürt diyorsunuz? Kürt demeniz bana acı veriyor, sizi kendimden ayrı görmüyorum ki, bu bana acı veriyor” dedi. Çok samimi bir tepkiydi bu. Gerçekten benim kendimi farklı tarif etmem ona ve milyonlarca öyle düşünen insana acı veriyor, üzülüyorlar. Bu bir patoloji . Ben dilimi, kültürümü başka algılıyor ve bunun getirdiği var oluşa hayat hakkı istiyorum. O varoluşu yaşamak için hak talebinde bulunuyorum. Karşımdaki ise beni özne olarak hiç bir zaman düşünmemiş! Ve hala da düşünmemekte ısrar ediyor. O halde bu hastalığın, patolojinin iyileştirilmesi lazım. Yani birilerinin bu insanlara bunlar “özne” demesi gerekir.

“Özne” olmayı nasıl yaratabiliriz?
Şu an tam da bu psikolojiyi aşmanın eşiğindeyiz -belki de aşamamanın-. Türkiye’de iyi niyetli bir sürü insan Kürt meselesini, Kürtleri yeterince bilmiyor. Medya Türk tarafına yaşananları hakkıyla aktarmadı. Sorun kitlelere son otuz yıl içinde güvenlik odaklı olarak sunuldu ve algılandı. Kahraman şehit askerlerin karşısında ‘teröristler’ vardı, ‘terör’ün de başı ezilecekti, sorun bundan ibaret gösterildi.

Aynı algı ve propaganda düne kadar Irak Kürdistanı, Mesud Barzani ve Talabani hakkında yapıldı. Barzani “postal yalayıcı”, “aşiret lideri” sıfatlarla adlandırıldı. Entelektüel, dünyadan haberdar pek çok insan Patagonya’daki buzulların rengini bilirken, burnunun dibindeki Kürtlere gelince bilgi fukarası kaldılar. Ama bu sadece Kürtlere karşı bir duyarsızlık değildi. Türkiye’de Farsça ile Arapçanın iki ayrı dil ve kültür olduğunu bilmeyen o kadar çok insan var ki! Haberleri yok. Yüzünü batıya dönen Cumhuriyet ideolojisinin duyarsız hale getirdiği kuşaklarla geldik bu güne. Kendi gerçeğini unutmuş insan tipleri. Bu insanların, sınıfların rehabilitasyona ihtiyaçları var. Bu kesimin Kürtlerin özne olduğunu kabul etmesi durumunda sorun çözülür.

Peki, bu yönde bir gidişat yok mu?
Gidişat bu yönde. Hiçbir gücün kontrol edemediği soruna çıplak gözle bakan vicdan ve akıl sahibi demokrat bir kesim oluşmaya başladı. Bu oluşan zemin üzerinden yeni bir Türkiye inşa etmek gerekiyor.

Kürtler seçimlere Türk sosyalist ve aydınlarıyla emek özgürlük ve demokrasi bloğu olarak giriyor bunu nasıl değerlendiriyorsunuz?
Etki alanı çok sınırlı olmakla beraber Kürtlerin seçimlerde sol görüşlü demokrat insanlarla ittifak etmesi kesinlikle olumlu. Bu tek tip düşünce ve algıdan Kürtlerin kurtulmasını sağlar. İttifak yapılan gruplar marjinal, oy oranları sınırlı gruplar bu açıdan fazla büyütmemek de gerekir. Manen anlamlı fakat etki alanı sınırlı bir ittifak bana göre.

BDP, eğer CHP veya AK Parti ile iş birliği yapabilseydi başka bir tablo oluşurdu. Bir dönem iki ihtimal de zihinleri yokladı gibi. AK Parti başlangıçta statükoyla sorunlu bir güçtü, CHP ise statükonun kendisi. Bu ikisinden biriyle Kürtlerin yağacağı ittifak hem o güçleri hem topyekün Türkiye’yi değiştirirdi. Maalesef her şey teorilerdeki gibi gelişmiyor.

Kürt legal partilerinden BDP, HAK-PAR ve KADEP’in aralarında yapmış olduğu iş ve güç birliği bölgede ve Kürt aydınları arasında geniş ve olumlu yankı uyandırdı. Bu birliğin Kürt hareketine ve Kürt sorunun çözümüne etkileri neler olabilir?
Maalesef Kürtler arasında da dağılma ve parçalanma var. Bunu yaratan bir devlet zihniyeti vardı. Sistemin aşırı bakısı sonucu söz konusu gruplar arasından sivrilen PKK oldu. Gücü ele geçirdiği için de diğer küçük grupları yok etmeye çalıştı. PKK’nın Kürt muhalefetini ortadan kaldırmaya çalışması başından itibaren çok eleştirildi. Şimdi bu konuda geri adım atması olumlu. Kürt hareketleri arasında iş birliği yapma girişimleri daha önce de denendi. HEP süreci, Erbil’de yapılması düşünülen toplantı, DTK’ın girişimleri buna örnek. Son dönemlerde Kürt grupları arasında ilk defa bu kadar açık bir iş birliğine gidiliyor. BDP’nin kendi dışından gruplardan milletvekili adayı göstermesini çok olumlu buluyorum. BDP’nin seçimlerdeki aday profili diğer partilerle kıyaslandığında çok seslilik ve renklilik açısından alkışlanacak türden.

Bundan yola çıkarak BDP ve PKK çevresinde de değişim rüzgârlarının estiğini söyleyebilir miyiz?
Görünen o. Geliştirilen politikalar BDP’nin değişimi kavradığını, kavramakla kalmayıp değişimi yönetecek beceriye sahip olduğunu gösteriyor. Şerafettin Elçi, Altan Tan ve Hak-Par’ın seçim ittifakına davet edilmesiyle BDP şu mesajı veriyor; “sahne de, şemsîye de benim, sözün varsa gel burada söyle”. Aslında otoritesini ilan ediyor. Bu küçük parantezi de gözden kaçırmamak lazım. İttifaka gidenlerin bunu göz önünde tutmaları gerekiyor.

Kürt kimliğinizin yanı sıra Alevi kimliğiniz de var. Şimdiye değin bir kısım sol, Aleviler ve Kürtler Kemalizm’e destek verdiler, vermeye devam ediyorlar. Tarihle yüzleşmesi gerekenlerden biri de onların olması gerekmiyor mu?

Alevilik meselesi cumhuriyet tarihine bakılarak anlaşılabilecek bir mesel değil. Belki de Türkiye’nin mevcut siyasetinde kökleri en derine giden ve devam eden tek meseledir. Kürt meselesinin tarihi yüz yıllık, Alevi meselesinin tarihi ise beş yüz yıl. Şah ile Yavuz’un çatışmasından itibaren var olan bir meseleden söz ediyoruz. Osmanlı’nın çözemediği tek sorundu Alevi meselesi. Dolayısıyla Aleviler açısından Kemalizm’le ittifak, “Osmanlı’nın zulmünden Mustafa Kemal bizi kurtardı, ona sığındık, kötü de olsa bize bir alan açtı” türünden bir ehveni şer anlayışıdır. Osmanlı’da Aleviler dağların derinliklerinde, vadilerin kuytularında gizli bir hayat yaşamaya zorlanmıştı. Beş yüz yıl süren bu acı tarih ve sistemin dışına itilmiş olmak Alevileri Osmanlı’dan mustarip hale getirdi. Cumhuriyette ise biraz rahat ettiler.

Peki, Dersim katliamı?
Dersim Cumhuriyetin alnındaki kara lekedir. Aleviler, Cumhuriyet döneminde de devlet zulmünün öznesi ve kurbanı haline getirildiler. Fakat yine de Cumhuriyetten vazgeçmediler. Çünkü önceki tarih daha acıydı. Yavuz’un kırk bin Alevi’nin kafasını kesip kuyulara attığı mitosu, efsanesi ya da gerçeği bütün Alevilerin bilinçaltında korkunç bir motiftir. Mustafa Kemal’in yaptıklarıyla kıyaslamazlar bile. Alevi psikolojisini ben böyle okuyorum. Bu durum Stockholm sendromu ile açıklanmaya çalışılırken meselenin belirttiğim boyutu gözden kaçırılıyor.

Aleviler cumhuriyet evinde sığıntı olmayı bile sorun yapmayacak kadar çekmişlerdi Osmanlıdan. Buna zorlandılar.

Diğer önemli bir dinamik ise şu; Aleviler için Kürt veya Türk kimliği öncelikli değildir. Alevilik önde gelen ilk kimliktir. Osmanlı içinde Osmanlılık üst kimlik olmasına karşın, Aleviler kendilerini Osmanlı yerine Alevi kimliğiyle tanımladı. Devlet ile ilişkisinde her zaman bu kimlikle ilişki kurdu. Örneğin Kürt Alevilerin Seyid Rıza’ya rağmen, Dersim’e rağmen Cumhuriyetle ilişki kurmalarında aynı motivasyon geçerlidir. Cumhuriyete teslim olmak ise yaşanan tarih açısından Alevilere bir avantaj sağlamadı. Sistemin bilinçli olarak yarattığı bir yanılsamaya mecbur bırakıldılar. Bu gerçekleri göz önünde tutarak Alevi hareketine eleştirilerimi yöneltiyorum. Alevilerin Kemalizm ilişkilerini eleştiren “Suyu Zehirleyenler, Bize yakışmaz” yazılarında bunu anlattım.

Şair kimliğinizi her zaman öne çıkarıyorsunuz. Oysa dışarıdan öne çıkan politik kimliğiniz. Şair kimliğinizin arka plana itilip politik kimliğinizin öne çıkması sizi rahatsız ediyor mu?
Şiirin arka plana itilmesi mümkün değil. Her ikisini de paralel götürmeye çalışıyorum. Şiir benim tüm varlığım. Hayatımdan şiiri çıkarırsanız hayatım olmaz diye düşünüyorum. Bu kadar temel bir anlam ifade ediyor benim için. Bunu bir yolculuk olarak da görüyorum. Gittiğim yolda zaman zaman küçük patikalara sapsam da ana eksen hep aynı. Oradan ayrılmıyorum. Siyaseti, yazarlığı küçük patikalar olarak düşünüyorum. Zaman zaman gider, oyalanırım o duraklarda, biraz dururum belki, ama ana mecra tekrar çağırır. Çünkü şiir benim varoluşumdur. Onu önemsiyor ve korumaya gayret ediyorum. Bir sürü şeyden uzak durarak kendimi sakınan biriyim. Şiir benim dinim ve dilimdir.

Kürt ve Alevi toplumundan gelen biriyim. Büyük acılara tanıklık ediyoruz. Yaşanan acılar, kayıplar ister istemez sizde iz bırakıyor. Bunların dili olmaya çalışıyorum. Şiirlerimi, kitaplarımı, yazılarımı bu gerçekten yola çıkarak kalem aldım. “Dağın ardına bakmak” kitabımı okuyanlar, şiirlerimi yeniden okuduğunda bambaşka referanslar bulabilir. Aslında edebiyatımın kaynağında o büyük hikâyeler ve acılar var. Ve henüz çok azı yazıldı.

Bu güzel söyleşi için teşekkür ederim.
Ben teşekkür ederim.

cetin.ceko@gmail.com
18.05.2011

Yorum Gönder

0Yorumlar

Yorum Gönder (0)